MARKHEİM (ROBERT LOUİS STEVENSON)

Author: typhoon_92 / Etiketler:


MARKHEIM


"Evet," dedi satıcı, "buraya düşenler çeşit çeşit­tir. Bazı müşteriler cahil olur, o zaman üstün bil­gilerime değinirim biraz. Bazılarıysa namussuz­dur," elindeki mumu, karşısındaki ziyaretçinin üstüne kuvvetli bir ışık düşecek şekilde kaldırdı. "O zaman da," diye devam etti, "erdemlerim sa­yesinde kazanç sağlarım."

Markheim, günışığıyla aydınlanmış sokaktan içe­ri henüz girmişti. Gözleri, dükkândaki parıltı ve karanlık karışımına henüz alışamamıştı. Satıcının kendisine hitap eden sözleri ve mumun yanı ba­şındaki varlığı karşısında sıkıntıyla gözlerini kı­sıp Öbür tarafa baktı.

Satıcı hafifçe güldü. "Noel günü bana geliyorsu­nuz," diye özetledi, "evde yalnız olduğumu, bu­gün çalışmayacağımı göstermek için kepenkle-rimi indirdiğimi bilmenize rağmen. Bunun bede-
lini ödemeniz gerekecek; muhasebe defterlerimle uğraşmam gerekirken gelip planlarımı altüst edi­şinizin bedelini ödemeniz gerekecek; ayrıca, bu­gün sizde güçlü bir şekilde fark etliğim garip tu­tumun bedelini de ödemeniz gerekecek. Ben ihti­yat timsaliyim ve asla aptalca sorular sormam; ama müşterim gözlerimin içine bakamıyorsa, bu­nun bedelini ödemek zorundadır." Satıcı bir kez daha güldü; sonra ironik tonunu korumakla bera­ber her zamanki tüccar ifadesine dönerek: "Sal­mak istediğiniz şeye nasıl sahip olduğunuzu her zamanki gibi özetlemeyecek misiniz?" diye de­vam etti. "Yine amcanızın dükkânından bir parça mı? Hatırı sayılır bir koleksiyoncuydu, değil mi bayım?"

Ufak tefek, soluk benizli ve yuvarlak omuzlu satı­cı, neredeyse parmaklarının ucunda durarak, al­tın çerçeveli gözlüklerinin üstünden bakıyor, inanmazlığını belirten her sözünden sonra başını sallıyordu. Markheim adamın bakışlarına, sonsuz bir merhamet isteği ve hafif bir korku ifadesiyle karşılık verdi.

"Bu defa," dedi, "yanılıyorsunuz. Satmaya değil, satın almaya gelmiştim. Elimden çıkarmam gere­ken biblolarım yok artık; amcamın dükkânı duvar kaplamalarına kadar boşaldı. Menkul kıymetler borsasında başarılı oldum ve bundan sonra bir şeyler kaybetmektense, sahip olduklarıma yeni­lerini eklemeliyim artık. Şimdiki amacım tek keli­meyle sadelik. Bir hanım için Noel hediyesi arıyo­rum," diye devam etti, önceden hazırladığı ko­nuşmaya girerken akıcılık kazanarak; "haklısınız, bu kadar küçük bir şey yüzünden rahalsızlık verdiğim için size özür borçluyum. Ama dün bu konuyu ihmal ettim; bu akşam da yemek sıra­sında küçük bir iltifatta bulunmalıyım; ve sizin de bildiğiniz gibi, zengin bir kadınla yapılacak bir evlilik ihmale gelmez."

Bir sessizlik oldu. Satıcı bu sırada son cümleyi şüpheli bir tavırla tartıp biçiyor gibiydi. Dük­kândaki garip eşya karmaşası arasında kaybol­muş saatlerin tiktakları ve yakınlardaki bir cad­deden gelen belli belirsiz trafik gürültüsü, sessiz kaldıkları bu zaman aralığını doldurdu. "Pekâlâ bayım," dedi satıcı, "dediğiniz gibi olsun. Ne de olsa eski bir müşterisiniz; ve eğer dediğiniz gibi iyi bir evlilik yapma şansınız varsa, buna en­gel olmak ne haddime. Bakın burada bir hanıma verilebilecek güzel bir şey var," diye devam etti, "bir el aynası: Onbeşinci yüzyıldan kalma, ga­rantili; üstelik iyi bir koleksiyonun parçasıydı; ama müşterimin menfaatleri açısından ismini giz­li tutmak zorundayım; çünkü o da, tıpkı sizin gibi, sevgili bayım, hatırı sayılır bir koleksiyoncunun yeğeni ve yegâne varisiydi."

Satıcı, kuru ve rahatsız edici bir sesle konuşma­sını sürdürüp, bir yandan da sözünü ettiği şeyi yerinden almak için öne doğru eğildiğinde, Mark-heim'ın bedeninden bir şok dalgası geçti, hem elinde hem de ayağında ani bir hareket oldu, te­laşlı hiddet ifadeleri birdenbire yüzüne sıçradı. Bu durum, şimdi aynayı tutan elindeki belirgin titreklik dışında hiçbir iz bırakmadan, geldiği gi­bi süratle kaybolup gitti.

"Ayna mı?" dedi boğuk bir sesle, sonra duralayıp, daha belirgin bir şekilde yineledi. "Bir ayna mı? Noel için mi? Ciddi değilsiniz herhalde." "Ama neden olmasın?" diye bağırdı satıcı. "Neden ayna olmasın?"

Markheim ona tanımlanması zor bir ifadeyle ba­kıyordu. "Neden olamayacağını mı soruyorsunuz bana?" dedi. "Neden mi? Şuraya bakın —aynaya bakın-kendinize bakın! Gördüğünüz hoşunuza gidiyor mu? Hayır! Benim de gitmiyor— Hiç kim­senin gitmez."

Markheim onu o kadar ani bir şekilde aynayla yüz yüze getirmişti ki adam bu hamle sırasında geriye doğru sıçramıştı; ama şimdi, elinde daha kötü bir şey olmadığını fark ederek güldü. "Müstakbel eşi­niz zor memnun edilen biri galiba, bayım," dedi. "Hayır," dedi Markheim, büyük bir inandırıcı­lıkla. "Ama size ne demeli? Sizden bir Noel hedi­yesi istiyorum ve bana bunu veriyorsunuz — geç­miş senelerin, günahların ve budalalıkların ha-tırlatıcısı olan bu lanet olası şeyi, bu el-belleğini! Bunu bilerek mi yaptınız? Kafanızda bir düşünce mi vardı? Söyleyin haydi. Söyleseniz daha iyi edersiniz. Haydi, bana kendinizden bahsedin. Durun da tahmin edeyim, yoksa aslında çok yar­dımsever biri misiniz?"

Satıcı karşısındaki adama dikkatle baktı; çok ga­ripti, Markheim gülüyor gibi görünmüyordu; yü­zünde daha çok hevesli bir umut kıvılcımını andı­ran bir ifade vardı, ama neşeden eser yoktu. "Nereye varmaya çalışıyorsunuz?" diye sordu satıcı.

"Yardımsever değil misiniz?" diye sordu öbürü, endişeli bir sesle. "Yardımsever değilsiniz; din­dar değilsiniz; dürüst değilsiniz; sevmeyen, sevil­meyen birisiniz; para almaya yarayan bir el, parayı saklamaya yarayan bir kasa. Hepsi bu mu? Tanrı aşkına be adam! Hepsi bu mu?"
"Ne olduğunu size anlatacağım" diye, sert sayıla­bilecek bir sesle başladı satıcı; ama sonra kendini tutamayıp yeniden gülmeye başladı. "Ama anla­dığım kadarıyla, sizinkisi bir aşk ilişkisi olmalı, çünkü o kadın için içmişsiniz galiba."
"Ah!" dedi Markheim, garip bir ilgiyle. "Siz hiç aşık oldunuz mu? Anlatın bana haydi."
"Ben mi?" dedi satıcı. "Ben ve aşık olmak! Buna hiç vaktim olmadı benim. Bugün de bütün bu saç­malığa vaktim olmadığı gibi. Aynayı alıyor musu­nuz, almıyor musunuz?"

"Neden acele ediyorsunuz?" diye döndü Mark­heim. "Burada durup sizinle konuşmak çok zevk­liydi; ve hayat o kadar kısa ve güvensiz ki hiçbir zevki sona erdirmek için acele etmek istemem - ha­yır, bu kadar yetersiz bile kalsa, istemem. Tutun-malıyız, elimize geçen ne kadar az olursa olsun, ona tutunmalıyız. Uçurumun kenarında bir adam gibi. Her an bir uçurumdur, düşünsenize: Bir mil yüksekliğinde bir uçurum, yuvarlanıp düştüğümüz takdirde, insan olmamızı sağlayan her özelliğimizi dağıtıp yok edebilecek kadar yüksek bir uçurum­dur. İşte bu yüzden, en iyisi güzel güzel konuşmalı. Gelin birbirimizi konuşalım, neden bu maskeyi giymek zorunda olalım ki? Gelin gizli yönlerimiz­den bahsedelim. Kimbilir, belki de dost olabiliriz?"

"Size söyleyecek sadece bir tek sözüm var," dedi satıcı. "Ya alışverişinizi yapın ya da dükkânım­dan defolup gidin!"

"Doğru, doğru," dedi Markheim. "Yeterince oya­landık. Şimdi işe dönelim. Bana başka bir şey gös­terin."

Satıcı, bu kez aynayı rafa geri koymak için, tek­rar eğildi. Eğilirken, zayıf, sarı saçları gözlerinin önüne düştü. Markheim, bir eli mantosunun ce­binde, ona doğru biraz yaklaştı. Sırtını dikleştirerek derin bir nefes aldı. Aynı zamanda, yüzün­de birbirinden farklı birçok ifade belirdi — şid­det, korku ve kararlılık, zevk ve fiziksel bir tik­sinti. Üst dudağını acı çeker gibi kaldırdığında dişleri göründü.

"Bu belki işinizi görür," dedi satıcı; ve tam doğ­rulmak üzereyken Markheim, arkasından kurba­nının üstüne atladı. Uzun, şişe benzer hançer, ka­ranlıkta bir ışıltı çakarak aşağı doğru düştü. Satı­cı bir tavuk gibi çırpınırken, şakağını rafa vurdu ve sonra da yere yığılıp kaldı.

Bu dükkânın içinde, zamana ait bir sürü küçük ses vardı; bazıları sanki ileri yaşlarından dolayı görkemli ve yavaş, diğerleriyse geveze ve acele­ciydi. Bütün bu sesler, birbirine karışan tiktaklardan oluşan bir koro halinde, saniyeleri sayı­yordu. Sonra bir delikanlıya ait ayakların kaldı­rımdan ağır adımlarla koşarak geçişi, bu daha küçük sesleri bölerek bastırdı ve Markheim’ı ür­küterek çevresindekilerin bilincine geri döndür­dü. Dehşet içinde etrafına bakındı. Mum tezgâhın üzerinde duruyordu, ucundaki alev, bir hava akımından etkilenerek vakur bir biçimde kıvrılıp bükülüyordu; alevin bu küçük devinimiyle oda­nın her yeri gürültüsüz bir telaşa boğuluyor, dal­galı bir deniz gibi kabarıp kabarıp iniyordu: Uzun gölgeler baş eğiyor; kalın karanlık lekeler, sanki soluk alır gibi şişip küçülüyor; portrelerin ve Çin tanrılarının yüzleri, su içindeki imgeler gibi değişiyor ve titreşiyordu, içerdeki kapı ara­lık duruyordu, aralıktan hayal meyal sızarak bu gölgeler kümesini yaran u/un günışığı şeridi, işa­ret eden bir parmağı andırıyordu.

Markheim'ın bakışları, korkuyla ortalıkta dolaş­tıktan sonra, kamburu çıkmış ve yüzüstü kapak­lanmış halde yerde yatan kurbanının vücuduna döndü. Bu inanılmaz derecede küçük vücudun, ha­yattayken olduğundan daha aşağılık görünmesi çok garipti. Yerde yatan satıcı, sefil giysileri ve hantal duruşuyla, daha çok kereste talaşını andırı­yordu. Markheim'ın bakmaya bile korktuğu şey buydu işte; hiç de zor olmamıştı. Ama bakmaya devam ettlikçe, bu eski giysi yığını ve kan gölü an­lamlı sesler bulmaya başladı. Orada öylece yatma­lıydı. Uzuvlarının çalışmasını ve bedenindeki mu­cizevi hareket kabiliyetim tekrar kazanmasını artık hiç kimse sağlayamazdı — ceset, bulunana ka­dar orada öylece yatmalıydı. Bulunana kadar mı? Evet, ama ya o zaman ne olacaktı? O zaman bu ölü et yığını İngiltere'nin her yerinde yankılanacak bir haykırışla sesini yükseltip, dünyayı olayın pe­şini bırakmamaya mı çağıracaktı? Her neyse, ölü ya da diri, o hâlâ düşmanıydı. "Ölüm beynin sustu­ğu zamandır" diye düşündü; ve kafası son sözcüğe takılıp kaldı: Zaman. İş tamamlanmış olduğuna gö­re — kurban için biten zaman, katil için önem kazanmış ve hızla akmaya başlamıştı.

Bu düşünce henüz aklındaydı ki, saatin öğleden sonra üçü gösterdiğini bildiren iki saat çanı bir­biri ardına çalmaya başladı. Hem hız hem de ses açısından birbirinden farklı olan bu çan sesle­rinden biri, bir katedral kulesinden geliyor-muşçasına derinken, diğeri bir vals uvertürünün tiz notalarını çalar gibiydi.

O dilsiz odanın içinde birdenbire bu kadar çok lisanın aynı anda konuşmaya başlaması Markheim'ı af allatmıştı. Elinde mumla oradan oraya dolaşırken, hareket eden gölgelerle kuşatılmış, şans eseri oluşan yansımalardan ölesiye korka­rak, kendini toparlamaya çalıştı. Bazısı yerli ta­sarım, bazısı Venedik ya da Amsterdam'dan gel­me çok sayıda pahalı aynada kendi yüzünün tek­rarlanarak çoğalan yansımalarını sanki bir casus ordusuymuş gibi görüyor, kendi gözleriyle ken­disine yakalanıyor ve takip ediliyordu. Kendi ayak sesleri, yavaşça attığı her adımda, etraftaki sessizliği bozuyordu. Ceplerini doldurmaya de­vam ederken bile hâlâ, planındaki binlerce hatayı bıktırırcasına tekrarlayan aklı, onu suçluyordu. Daha sessiz bir saat seçmiş, kendisinden şüphelenilmesini engelleyecek bir mazeret hazırlamış ol­malıydı; bıçak kullanmamalıydı; daha dikkatli davranmalı, satıcıyı bağlayıp ağzını tıkamalı, ama öldürmemelîydi; daha cesur olup hizmetçiyi de öldürmesi, her şeyi öbür türlü yapmış olması ge­rekirdi: Rahatsız edici pişmanlıklar; aklın, değiştirilemezi değiştirmek, artık faydasız hale gelmiş planları yapmak, geriye döndürülemez geçmişin mimarı olmak için durmak bilmeyen çabası. Ak­lından bütün bunlar geçerken, vahşi korkular, bey­ninin daha uzak bölgelerine, terk edilmiş bir tavan arasında koşuşan fareler gibi üşüşüyordu: Polis memurunun eli omzuna ağır bir şekilde düşecekti; sinirleri, oltaya takılmış bir balık gibi sarsılacaktı. Bazı ürkünç sahneler gözlerinin önünden dörtnala geçiyordu: Mahkemedeki sanık sandalyesi, hapis­hane, idam sehpası ve kara tabut.

Sokaktaki insanların korkusu, kuşatma yapan bir ordu gibi beynine çöreklendi. İmkânsız ama, diye düşünerek, orada olup biten mücadeleyle ilgili bir söylentinin dışarıdaki insanların kulaklarına ça­lınmış ve meraklarını cezbetmiş olduğu ve bu in­sanların şimdi komşu evlerde hareketsiz ve kulak­ları tetikte oturdukları kehanetinde bulundu. Yal­nız insanlardı bunlar, Noel'i geçmişe ait hatıralara tutunarak tek başlarına geçirmeye mahkûm in­sanlardı, ama yavaş yavaş bu müşfik durumların­dan sıyrılıyorlardı şimdi; mutlu aile eğlenceleri, yuvarlak masa etrafında hüküm süren bir sessizli­ğe dönüşüyor, annenin parmağı havada asılı kalı­yordu: Hangi sınıftan, hangi yaştan ve hangi mi­zaçtan olurlarsa olsunlar, hepsi de kalplerinin de­rinliklerinde, onun boğazını sıkacak olan ipi göz­lüyor, dinliyor ve dokuyorlardı. Bazen yeterince yumuşak hareket edemediğini sandığında, uzun Bohemya kadehlerinin1 şıngırtısı adeta bir zil gibi yüksek sesle çınlıyordu; tiktak seslerinin yoğun­luğu, paniğe kapılan Markheim'ı, bütün saatleri durdurmaya itiyordu. Ve sonra yine, korkuları sü­ratle şekil değiştirdiğinde, evin olağanüstü sessiz­liğini olası bir tehlike kaynağı, yoldan geçen her­hangi birini uyarıp durduracak bir işaret olarak görüyor; adımlarını daha cesurca almaya başlıyor, dükkândaki eşyalar arasında ses çıkartmaktan korkmadan, telaş içinde geziyor ve kendi evinde rahatça dolaşan meşgul bir adamın hareketlerini Özenli bir kabadayılık içinde taklit ediyordu. Ama onu etkisi altına alan tehlike çanları artık birbirinden o kadar farklıydı ki aklının bir bolü­mü hâlâ dikkatli ve kurnazken, bir diğer bölümü delilik uçurumunun kenarında sendeliyordu. Böylece her korkuya kolayca kapılır hale gelişi, sanrılarından Özellikle birine güçlü bir hakimiyet sağlamıştı: Beyaz yüzünü pencereye yaklaştırıp içeriyi dinleyen bir komşu ya da dükkânın Önün­den geçerken şiddetli bir şüpheye kapılan her­hangi biri sadece kuşkulanabilir, ama tuğla duvar­ların ve panjurları inik pencerelerin ardından hiçbir şeyi bilemezdi. Sadece sesler ulaşabilirdi onlara. Ama burada, evin içinde, yalnız mıydı? Yalnız olduğunu biliyordu; hizmetçinin, sevine sevine yola çıkışını seyretmişti; mümkün olan en iyi halini takınarak "günü yaşamaya gittiği", yü­zündeki tebessümde adeta yazılıydı. Elbette ki evde yalnızdı; ama yine de boş evin yukarıdaki bölmelerinde hafif bir çift ayak kıpırtısı duydu­ğuna emindi - bir çeşit varlığın, kesin ve açıkla­namaz bir şekilde bilincindeydi. Ah, elbette: Hayal gücü bu varlığı evin her odasında ve her köşe­sinde takip ediyordu; şu anda o, yüzü olmayan bir varlıktı, ama görmesini sağlayan gözleri var­dı; şimdi de Mark heim’ın bir gölgesi haline gel­mişti; ve bu defa da kurnazlığı ve nefreti sayesin­de yeniden ruh bulan ölü satıcının suretinden ba­kıyordu.

Zaman zaman, zor da olsa cesaretini toplayabildi­ğinde, hâlâ bakışlarını geri püskürtmeyi sürdü­ren açık kapıya bakıyordu. Ev yüksek, çatıdaki pencere ise küçük ve kirliydi, dışarıdaki günışığı sis yüzünden körleşmişti. Zemin kata süzülen ışık son derece zayıftı ve dükkânın kapı eşiğini belli belirsiz aydınlatıyordu. Ama her şeye rağmen, bu şüphe uyandıran ışık dilimi içinde titrek bir gölge asılı değil miydi?

Ansızın dışarıda, sokaktan gelen şen şakrak bir adam elindeki cisimle dükkân kapısına vurmaya başladı; bir yandan da, satıcıya takıldığında hitap etmek için adı yerine kullanmaya alışkın olduğu sözcükleri bağırarak ona sesleniyordu. Buza ça­kılmış gibi olan Markheim, ölü adama doğru bak­tı. Ama hayır, son derece sessiz bir biçimde yatı­yordu; kapıya inen darbeleri ve bağırışları işite-meyecek kadar uzak bir yerlere uçup gitmişti; sessizlik denizlerinin dibine çökmüştü; ve bir za­manlar kasırga uğultusu içinde bile ayrımsayabi-leceği kendi adı, artık boş bir ses haline gelmişti. Ve işle şen şakrak adam da kapıya vurmaktan vaz­geçerek oradan uzaklaşmıştı.

Yapılması gereken ne kaldıysa bitirmek için elini çabuk tutması gerektiği konusunda açık bir uyarıydı bu. Bu tehditkâr bölgeden uzaklaşmalı, Londra kalabalığının ortasına dalmalı ve günün öbür yarısına girildiğinde, o güvenli ve masum görünüşlü sığmağına — yatağına ulaşmış olma­lıydı. Bir ziyaretçi gelmişti bile; her an bir diğeri daha gelebilir ve daha inatçı davranabilirdi. İşi bitirmiş olduğu halde ektiğim biçememek, fazla­sıyla nefret verici bir başarısızlık olurdu. Şimdi Markheim'ı para ilgilendiriyordu ve paraya ulaş­masını sağlayacak olan anahtarlar.

Omzunun üstünden açık kapıya baktı, gölge hâlâ orada dolanıyor ve titriyordu; aklında bilinçli hiçbir tiksinti olmadan, ama karnında bir titre­meyle, kurbanının vücuduna doğru yaklaştı, in­san özü bedeni terk etmiş gibiydi; yarısına kadar kepekle doldurulmuş bir elbiseye benziyordu; kol ve bacaklar ortalığa yayılmış, gövde ikiye kat­lanmış, yerde yatıyordu; ama yine de, bu şey onu kendinden uzaklaştırıyordu. Göze böylesine renksiz ve önemsiz görünmesine rağmen, doku­nulduğunda çok şey ifade ediyor olabileceğinden korktu. Vücudu omuzlarından tutup sırtüstü çe­virdi. Tuhaf biçimde hafif ve esnekti, kollarla ba­caklar, sanki kırılmışlar gibi, en olmayacak du­rumlara giriyorlardı. Yüzü tüm ifadesini kaybet­mişti; ama mum gibi solgundu ve bir şakağının çevresi şaşırtıcı biçimde kana bulanmıştı. Bu, Markheim için hoş olmayan bir durumu ifade edi­yordu. Onu aniden geçmişe, bir balıkçı kasabası­na, herhangi bir şenlik gününe geri götürdü: Gri bir gün, uğuldayan rüzgâr, kalabalık cadde, bando sesleri, davulların gümbürtüsü, bir balad şarkıcısının genizden gelen sesi; ve bir oraya bir buraya gidip gelen bir erkek çocuğu, kalabalık içindeki kafalar arasında kaybolmuş ve merakla korku arasında bölünmüştü; ta ki, toplantı yerinin ön tarafına çıkarak, bir kulübe ve üstünde resimler olan büyük bir perde gördü; kasvetle tasarlan­mış, abartılı renklerle süslenmiş resimlerdi bun­lar: Yanında çırağıyla Brownrigg2, öldürülen misafirleriyle Manning1* ailesi, Thurtell'in4 ölüm pençesine yakalanmış Weare ve ayrıca ünlü cina­yetlerin bir çetelesi. Bu şey bir yanılsama kadar açık seçikti; ufalıp o küçük erkek çocuğunun içi­ne girmişti; bir kez daha, aynı fiziksel isyan duy­gusuyla, o iğrenç resimlere bakıyordu; davulla­rın tokmak sesleri onu hâlâ sersemletiyordu. O gün çalınan melodilerden biri hafızasında can­landı; bunun üzerine, ilk kez vicdan azabı duydu, midesi bulandı, eklemleri birdenbire güçsüzleşti, ki buna karşı hemen direnç göstermek ve bunu yenmek zorundaydı.

Bu düşüncelerden kaçmak yerine onlarla yüzleş­menin daha tedbirli bir davranış olacağına karar verdi; ölü yüze daha dikkatli bakarken, işlediği suçun doğasını ve büyüklüğünü kavramaya zorluyordu aklını. Çok kısa bir süre önce bu yüz, her duygu değişimiyle birlikte devinmişti, bu renksiz ağız konuşmuştu, bu vücut kontrol altındaki enerji­lerle alev alev yanmıştı; ama şimdi, ve Markheim'm yaptığı şey yüzünden, o yaşam parçası durdurul­muştu; bir saatçinin, aniden uzattığı parmağıyla saatin tiktaklarını durdurması gibi. Sonunda, ça­resizlik içinde şu sonuca vardı: Pişmanlık dolu bir bilinçle başa çıkamazdı; o boyalı cinayet resimleri­nin Önünde tir tir titreyen aynı kalp, kendi gerçe­ğine kılı kıpırdamadan bakıyordu. Hissettiği şey, olsa olsa bir merhamet kırıntısı olabilirdi; dünyayı büyülü bir bahçe yapabilecek tüm bu güçlere boşu boşuna sahip olmuş biri için, hiç yaşamamış ve şimdi de ölmüş bîri için. Ama hayır, pişmanlıktan eser bile yoktu.

Hemen ardından, kendisini bu düşüncelerden çe­kip çıkararak, anahtarları buldu ve dükkânın açık kapısına doğru ilerledi. Dışarıda şiddetli bir yağmur başlamıştı; yağmurun damdaki sesi ses­sizliği bölmüştü. Tavanından su damlayan büyük bir mağarada olduğu gibi, evin bölmelerine belli belirsiz, kesintisiz bir yankılanma musallat ol­muştu, kulağı dolduruyor ve saatlerin tiktaklarıyla karışıyordu. Markheim kapıya yaklaşırken, kendi ihtiyatlı ayak sesine cevap olarak, merdi­ven basamağını çıkan bir başka ayağın adımlarını duyar gibi oldu. Gölge hâlâ kapı eşiğinde salına salına titreşiyordu. Kararlılığının tüm ağırlığını kaslarına verip, kapıyı geriye doğru itti.

Solgun, sisli günışığı, çıplak zemin ve merdivenle­rin üzerine donuk bir aydınlık yaydı; sahanlıkta, elinde baltalı harbesiyle duran zırhın parlak kos­tümüne, koyu renk tahta oymalara ve duvar kap­lamasının sarı tahtalarına asılmış çerçeveli re­simlerin üzerine vurdu. Yağmur damlalarının dü­şüşü evin içinde Öyle büyük bir gürültü çıkarı­yordu ki Markheim'm kulakları, bu gürültüyü birbirinden farklı birçok ses olarak ayırt etmeye başlamıştı. Ayak sesleri ve iç çekişler, uzakta uy­gun adım yürüyen üniformalıların yere basışları, sayılan paraların şıkırtısı ve gizlice aralanan kapıların gıcırtısı, damlaların tonoz üzerindeki pıtırtısına ve suyun borulardan fışkırışına karışı­yor gibiydi. Yalnız olmadığı hissi, içinde büyüyüp delilik sınırlarına dayandı. Dört bir yanda, var­lıklar tarafından avlanıyor ve tuzağa düşürülü-yordu. Bu varlıkların üst kattaki bölmelerde gizli gizli hareket ettiklerini duyuyordu; dükkânda, ölü adamın ayağa kalktığını duyuyordu; ve büyük bir gayretle merdivenleri tırmanmaya başlar­ken, ayaklar sessizce önünden kaçıyor ve arkası­na saklanarak onu takip ediyordu. Keşke sağır olsaydım diye düşündü, o zaman ruhuna ne kadar huzurlu bir şekilde sahip çıkabilirdi! Sonra yeni­den, üstelik daha da güçlü bir dikkatle kulak ve­rerek, savunma güçlerini hazır tutan ve hayatını koruyacak güvenilir bir nöbetçi diken bu huzur­suzluk hissi için kendi kendisine şükretti. Başı, boynunun üstünde sürekli olarak dönüyordu; yuvalarından fırlayacakmış gibi görünen gözleri, her tarafı araştırıyor, her tarafta, gözden kay­bolan isimsiz bir şeyi son anda ucu ucuna yaka­layarak, yarım başarılar elde ediyordu. Birinci kata çıkan yirmi dört basamak, yirmi dört ıstı­raptı.

Birinci katta, kapılar aralık duruyordu, üçü de üç pusu gibiydi, topun ağzındaymış gibi sinirleri­ni geriyordu. Bir daha asla, insanların inceleyici gözlerinden yeterince saklanamayacağını ve korunamayacağını hissetti; tek arzuladığı evde ol­maktı, duvarlarla kuşatılmak, yatak giysilerinin içine gömülmek ve Tanrı'dan başka herkes için görünmez olmak. Bu düşünceyle birlikte, diğer katillere dair hikâyeleri ve bunların yakasını bırakmadığı söylenen ilahi intikamcıların korku­sunu hatırlayarak biraz şüpheye düştü. En azın­dan onun için durum böyle değildi. O tabiat ka­nunlarından korkuyordu, çünkü duygusuz ve de­ğişmez yöntemleriyle, işlediği suçtan dolayı onu mahkûm edecek bir delil saklamış olmalıydılar, insan yaşamının sürekliliğinde bir kesinti olabi­leceğinden, tabiatın kasıtlı bir kanunsuzluğun­dan, körü körüne ve batıl bir dehşetle, on kat da­ha fazla korktu. Bir hüner oyunu oynadı, kural­lara bağlı kalarak, sonucu sebepten yola çıkıp he­saplayarak; ya tabiat, satranç tahtasını deviren mağlup hükümdar3 gibi, sürekliliklerini sağlayan yaradılış kalıbını kırarsa? Buna benzer bir şey, kış mevsimi zamansız başladığında, Napolyon'un6 da başına gelmişti — yazarlar öyle diyordu. Buna benzer bir şey Markheim'ın başına da gelebilirdi:
Sert duvarlar saydamlaşabilir ve camdan bir ko­van arıları nasıl açık ederse, aynı şekilde açık edebilirdi yaptıklarını; sağlam döşeme tahtaları, ayağının altında bir bataklık gibi gevşeyebilir ve onu kıskacına alabilirdi; ve, ah, onu mahvedebile­cek daha makul kazalar da vardı; örneğin, eğer ev başına yıkılıp onu kurbanının vücudunun yanı başına hapsedecek olursa; ya da bitişikteki ev ya­nıp tutuşursa ve itfaiyeciler ona dört bir yandan saldırırlarsa. Bunlardan korkuyordu; ve bunlara, bir anlamda, tanrının günaha karşı uzanan elleri denilebilirdi. Ama tanrının kendisi hakkında, içi rahattı; yaptığı işin aykırı olduğu şüphesizdi, ama mazeretleri de öyleydi, ki tanrı bunu biliyordu; o oradaydı, insanların arasında değildi, bu yüz­den onun adaletine inanıyordu.

Misafir odasına sağ salim girip kapıyı arkasından kapattığında, korkularına geçici olarak ara verdi­ğinin farkındaydı. Oda epey boşaltılmıştı, üstelik halı da yoktu, eşya sandıkları ve yerli yersiz mo­bilyalarla darmadağındı; içinde kendisini tiyat­rodaki bir aktör gibi çeşitli açılardan seyrettiği birkaç büyük boy aynası; çerçeveli ve çerçeve­siz, yüzleri duvara dönük duran bir sürü resim; güzel bir Sheraton büfe7, kakma işi bir camlı do­lap ve kaneviçe süslemeli perdeleri olan kocaman eski bir yatak vardı. Pencereler sahanlığa açılı­yordu; ama büyük bir şans eseri, kepenklerin alt kısmı kapalıydı ve bu da onu komşulardan saklıyordu. Sonunda Markheinı, dolabın önünde­ki eşya sandığına yaklaştı ve anahtarları deneme­ye bağladı. Uzun bir işti bu, çünkü çok anahtar vardı; üstelik sıkıntı da veriyordu; ne de olsa, do­laptan hiçbir şey çıkmama olasılığı da vardı, za­mansa uçup gidiyordu. Ama işgalin yakınlığı ak­lını başına getiriyordu. Gözünün ucuyla kapıyı gördü; hatta ona, mevzilerinin iyi durumunu de­netlemekten memnun, orduları kuşatılmış bir kumandan gibi arada bir de doğrudan doğruya bakıyordu. Ama aslına bakılırsa huzurluydu. So­kağa düşen yağmurun sesi doğal ve hoştu. Şimdi de, sokağın öbür tarafından gelen piyano notaları bir ilahi melodisiyle canlanmış, bir sürü çocuk sesi havaya ve sözcüklere karışmıştı. Melodi ne kadar görkemli, ne kadar rahatlatıcıydı! Genç sesler ne kadar tazeydi! Markheinı anahtarları ayırırken, gülümseyerek ilahiye kulak verdi; ya­nıtlanabilir fikir ve imgeler üşüşmüştü aklına; kiliseye giden çocuklar ve tiz orgun çalığı; evle­rinden uzak çocuklar, dere kıyısında yüzenler, böğürtlen çalılarıyla kaplı çayırda başıboş gezen­ler, bulutların kılavuzluk ettiği rüzgârlı gökyü­zünde uçurtma uçuranlar; ve sonra, ilahinin bir diğer nağmesiyle, kiliseye ve yaz mevsiminin Pazar günlerinin uyuşukluğuna geri dönüş. Ve papazın tiz ve kibar sesine —bunu hatırlayınca gülümsedi-, boyanmış Jakoben mezarlarına ve ki­lise koro mahallindeki bölmede yazılı on enirin silik harflerine.
Orada öylece, hem işiyle meşgul hem de kendin­den geçmiş bir halde otururken, birden tüyleri
diken diken oldu. Bir buz çarpması, bir ateş çarp­ması, birden patlayan bir kan boşalması geçti üzerinden ve sonra heyecandan titreyerek yeri­ne mıhlanıp kaldı. Birinin adımları, merdiveni ağır ve sabit bir tempoyla tırmandı. Şimdi de bir el kapı tokmağını tutuyordu; ve kilit dönmüş, ka­pı açılmıştı. Korku Markheim'ı bir günaha tutsak etmişti; neyi beklemesi gerekliğini bilmiyordu, yürüyerek gelen ölü adamı mı, yoksa insan ada­letinin resmi vekillerini mi, yoksa onu idam seh­pasına götürmek üzere körü körüne içeri dalan, şans eseri suça tanıklık etmiş birini mi ? Ama kapı aralığından bir baş uzanıp, odaya göz gezdirdi­ğinde, ona bakıp, bağıyla selam vererek, sanki aralarında arkadaşça bir tanışıklık varmış gibi gülümsediğinde ve sonra tekrar geri çekilip, ka­pıyı arkasından kapattığında — korkusu kontro­lünden çıkıp kurtularak boğuk bir çığlığa dönüş­tü. Bu sese karşılık olarak, ziyaretçi geri geldi. "Beni mi çağırdın?" diye sordu memnuniyetle. Aynı zamanda odaya girdi ve kapıyı arkasından kapattı.

Ama Markheim ayakta durmuş ve tüm gözlerini onun üzerine dikmişti. Belki de görüşü üzerine bir perde inmişti, ama yeni gelenin dış hatları, dükkânın titrek mum ışığındaki putlarda olduğu gibi, değişiyor ve titreşiyordu sanki. Bazen onu tanıdığını düşünüyordu; bazen de kendisine bir benzerliği olduğunu; ve her an, bu şeyin ne dün­yaya ne de tanrıya ait olduğu yargısı, boğazını düğümleyen canlı bir dehşet gibi, orada, göğ­sünde yatıyordu.

Ama buna rağmen, içeri girip yüzünde bir gülüm­semeyle Markheim'a bakarak dikilirken, yaratı­ğın tuhaf bir sıradanlığı vardı; "Parayı arıyorsun sanırım?" diye eklediğinde, bunu gündelik neza­ket vurgusuyla söylemişti.
Markheim hiç cevap vermedi.
"Seni uyarmalıyım," diye devam etti öbürü, "Hizmetçi, sevgilisinin yanından her zamankin­den erken ayrıldı ve yakında burada olacak. Eğer Bay Markheim bu evde bulunacak olursa, bunun sonuçlarını ona anlatmama gerek yok herhalde."
"Beni tanıyor musun?" diye bağırdı katil.
Ziyaretçi gülümsedi. "Uzun süredir en sevdikle­rimden biri oldun," dedi; "Sana yardım etmeyi uzun süredir bekliyor ve çoğu kez diliyordum."
"Nesin sen?" diye bağırdı Markheim. "Şeytan mı?"
"Ne olabileceğim," diye karşılık verdi öbürü, "sa­na vermeyi vaat ettiğim hizmeti etkileyemez." "Etkileyebilir," diye bağırdı Markheim. "Etki­ler! Senden yardım almak mı? Hayır, asla! Senden asla! Benî daha tanımıyorsun — tanrıya şükür, be­ni tanımıyorsun!"
"Seni tanımak mı?" diye cevapladı ziyaretçi, na­zik türden bir ciddiyet ya da daha doğrusu sert­likle, "Seni ruhuna kadar tanıyorum."
"Beni tanımak mı?" diye haykırdı Markheim. "Bunu kim yapabilir ki? Benim hayatım kendi­min gülünç bir taklit ve iftirasından başka bir şey değil. Doğamı yalanlamak için yaşadım ben. Tüm insanlar bunu yapar; tüm insanlar dışların­da büyüyüp onları boğan bu maskeden daha iyidirler. Herbirinin hayat tarafından sürüklenip götürüldüğünü görürsün, haydutların yakalayıp pelerine büründürdüğü biri gibi; eğer kendi kont­rollerini ellerinde tutabilselerdi — eğer yüzlerini görebilmeydin, tamamen farklı bir şey olurlardı, kahramanlar ve azizler için ışık saçarlardı! Ben bunların çoğundan kötüyüm; benliğim daha fazla Örtülmüş; mazeretim bana ve tanrıya malumdur. Ama zamanım olsaydı, kendimi açık edebilirdim."
"Bana mı?" diye sordu ziyaretçi. "Herkesten önce sana," diye karşılık verdi katil.
"Zeki olduğunu varsaymıştım; sandım ki-var ol­duğuna göre- kalp okuyan biri olmalıydın. Oysa sen, beni yaptıklarımdan dolayı yargılamayı vaat edecektin —düşünsene— yaptıklarımdan dolayı! Doğdum ve bir devler ülkesinde yaşadım; ana rahminden çıktığımdan beri devler beni bilekle­rimden tutarak sürüklediler —yazgımın devleri. Ve sen beni yaptıklarımdan dolayı yargılayacak­tın! Ama içime bakamıyor musun? Kötülüğün benden nefret ettiğim anlayamıyor musun? içim­de, vicdanın o net yazısını, çok sık hiçe sayılmış da olsa, kasıtlı hiçbir safsata tarafından asla bulandırılmamış o yazıyı, göremiyor musun? Beni kesinlikle insaniyet kadar bildik olması gereken bir şey olarak —gönülsüz bir günahkâr olarak okuyamıyor musun?"

"Bütün bunlar çok duygulu bir biçimde ifade edilmiş şeyler," oldu ziyaretçinin cevabı, "ama beni ilgilendirmiyor. Bu safsatalar benim sınırla­rımı aşar; ve hangi zorunluluk yüzünden sürükle­nip gittiğin de hiç umrumda değil, bunun sonucu olarak doğru yöne sürüklenmiş olmandan başka. Ama zaman uçup gidiyor; hizmetçi, insanların yüzlerine ve reklam panolarındaki resimlere bakınarak gecikiyor; ama yine de, gittikçe yakınlaş­mayı sürdürüyor; ve hatırlasana, sanki idam seh­paları Noel sokaklarından geçerek sana doğru biz­zat yürüyorlar gibi! Sana yardım edeyim mi — ben! Her şeyi bilen? Parayı nerede bulacağını sana söy­leyeyim mi?"

"Karşılığında ne isteyeceksin?" diye sordu Markheim.
"Bu hizmeti sana Noel hediyesi olarak sunuyo­rum," diye cevapladı öbürü.
Markheim bir çeşit buruk zafer duygusuyla gülümsemekten kendini alamadı, "Hayır," dedi, "Senin ellerinden hiçbir şey almayacağım; su­suzluktan ölüyor da olsam, testiyi dudaklarıma dayayan senin elinse, onu reddetme yürekliliğini kendimde bulmalıyım. Safça bir davranış olabilir, ama kendimi şerre teslim edecek hiçbir şey yap­mayacağım."
"Ölüm döşeğinde edilen tövbelere hiçbir itirazım yok," diye yorumladı ziyaretçi.
"Çünkü faydasına inanmıyorsun!" diye bağırdı Markheim.
"Öyle demedim," diye karşılık verdi öbürü; "ama ben bu konulara farklı bir açıdan bakıyo­rum; hayat sona erdiğinde, benim ilgim azalır. in­san, bana hizmet etmek için yaşamıştır, dinin rengi altından karanlık bakışlar yaymak ya da buğday tarlasına burçak ekmek için, arzu dolu zayıf bir uysallık anında senin de yaptığın gibi.
Artık kurtuluşuna bu kadar yaklaşmış olduğuna göre, hizmetlerine farklı bir hizmet daha ekleye­bilir — tövbe edip, gülümseyerek ölebilir, ve böy­lece, yaşayan müritleriminkinden daha ürkek bir güven ve umut geliştirebilirsin. Ben o kadar da zor bir patron değilim. Dene beni. Yardımımı ka­bul et; şimdiye kadar yapmış olduğun gibi, ken­dini hayatta memnun et; kendini daha kuvvetli bir biçimde memnun et, dirseklerini tahtaya uzat; ve gece inmeye başlayıp perdeler kapandığında, seni daha fazla rahatlatmak için söylüyorum, vic­danınla arandaki kavgayı bitirmeyi ve tanrıyla kaypakça barışmayı kolay bile buluyor olacaksın. Daha az önce böyle bir ölüm döşeğinden geldim; oda, adamın son sözlerini dinlerken içtenlikle yas tutanlarla doluydu; ve merhamet duygusuna kar­sı taş gibi sertleşmiş olan o yüze baktığımda onun umutla gülümsediğini gördüm."
"Yani benim de böyle bir yaratık olduğumu mu varsayıyorsun?" diye sordu Markheim. "Günah üstüne günah işlemekten ve en sonunda sinsice cennete girmekten başka hiçbir büyük amacım olmadığını mı düşünüyorsun? Bunun düşüncesi bile kalbimi ayaklandırıyor! Senin insan türünü kavrayışın bu mu yani? Yoksa beni böyle bir al­çaklığa delil saydığın kanlı ellerimle bulduğun için mi bu sözler? Ve bu cinayet suçu, iyilik pınar­larını bile kurutacak kadar büyük bir dinsizlik mi gerçekten?"
"Benim için cinayet Özel bir kategori değildir," diye cevapladı öbürü. "Tüm günahlar cinayettir, hatta tüm hayatın savaş olması gibi. Sizin ırkınızı, bir salın üzerinde açlıktan ölmekte olan deniz­ciler gibi görüyorum, kıtlığın ellerinden ekmek kabukları kopartıp, birbirlerinin hayatlarıyla beslenen. Günahları, işlendikleri anın Ötesinden takip ederim; hepsinde de akıbetin ölüm olduğu­nu gördüm; ve benim gözümde, bir baloya gitmek için sevimli haller takınarak annesini kandıran cici kızın pıhtılaşmış insan kanı, senin gibi bir katilinkinden daha az fark edilir biçimde damla­maz. Günahları takip ettiğimi mi söyledim? Er­demleri de takip ederim; günahlardan bir tırna­ğın kalınlığı kadar bile farklı değildirler; her ikisi de ölüm meleğinin mahsul toplamasına yarayan tırpanlardır. Benim yaşama sebebim olan kötü­lük, eylemde değil, karakterde oluşur; benim için geçerli olan, kötü adamdır, kötü eylem değil; çün­kü kötü eylemin meyveleri, onları çağların şid­detli şelalesi boyunca yeterince uzaklara kadar takip edebilseydik, sık rastlanmayan erdemlerin meyvelerinden daha bile kutsal çıkabilirlerdi. Bir satıcıyı öldürmüş olduğun için değil, ama adın Markheim olduğu için, kaçışını çabuklaştırmayı teklif ediyorum sana."
"Kalbimi sana açacağım" diye cevapladı Mark­heim. "Sayesinde beni bulduğun bu suç, benim sönümdür. Ona varana kadar, bir sürü ders aldım; onun kendisi bile bir derstir, çok önemli bir ders. Şimdiye kadar, sürüklenmemem gereken şeye is­yan duygusuyla sürüklendim; yoksulluğa mah­kûm bir köleydim, sürüklenen ve kamçılanan. Günaha davet eden bu koşullara karşı durabilen kuvvetli erdemler vardır; benimki öyle değildi, mutluluğa susamıştım. Ama bugün bu olay sayesin­de, hem ders hem de zenginlik kazanıyorum - hem güç hem de kendim olmak yolunda taze bir karar. Dünyada hep başıboş dolaştım; artık kendimi ta­mamen değişmiş görmeye başlıyorum; bu eller iyiliğin aracı, bu kalp huzurlu. Bir şey geçmişten çıkıp bana doğru geliyor; kutsal tatil akşamları kilise orgunun sesini dinlerken kurduğum düşle ilgili bir şey; yüce kitapların üstüne gözyaşlarımı akıttığım ya da masum bir çocukken annemle ko­nuştuğum zaman sezdiklerimle ilgili bir şey. Be­nim hayatım orada gizli; birkaç sene amaçsızca dolaştım, ama varmam gereken şehri şimdi bir kez daha görüyorum."
"Bu parayı borsaya yatıracaksın, sanırım, öyle mi?" dedi ziyaretçi. "Ve orada, yanılmıyorsam, daha önce birkaç binlik kaybetmiştin zaten."
"Ah," dedi Markheim, "ama bu kez içimde kesin bir his var."
"Bu defa da kaybedeceksin," diye yanıtladı ziya­retçi, ağır ağır.
"Ah, ama yarısını saklayacağım!" diye bağırdı Markheim.
"Onu da kaybedeceksin," dedi öbürü.
Markheim'ın alnı terlemeye başlamıştı. "Peki, o halde ne fark edecek?" diye hiddetle bağırdı. "Diyelim ki kaybettim, diyelim ki tekrar yoksul­luğa saplandım, bir tarafım, yani kötü olan, iyi olan tarafı alt etmek için sonuna kadar uğraşacak mı? iyi ve kötü, içimde çok güçlü, her iki yöne çekip duruyorlar beni. Tek bir şeyi sevmiyorum ben, her şeyi seviyorum. Büyük işleri, vazgeçişleri, şahadetleri kavrayabilirim; ve cinayet gibi bir suçun içine düşmüş olsam da, merhamet duy­gusu düşüncelerime yabancı değil. Yoksullara acırım onların davalarını benden daha iyi kim bilebilir? Onlara acır ve yardım ederim; sevgiye değer veririm, dürüst kahkahaları severim; dün­yada ne iyi bir şey ne de doğru bir şey vardır, ama onu da yürekten severim. Benim ayıplarım, hayatımı yönlendirmek mi sadece? Benim erdem­lerim, aklın kullanılmayan bölümü gibi, etkide bulunamadan bekleyecek mi? Öyle olmamalı; iyi­lik de bir eylemler pınarıdır.
" Ama ziyaretçi parmağını kaldırdı. "Bu dünyada bulunduğun otuz altı yıldır," dedi, "birçok kader değişimi ve mizaç farklılaşmasından geçerken se­nin durmaksızın düştüğünü seyrettim. On beş yıl önce hırsızlığa başlamıştın. Üç yıl önce, cinayetin adını duyduğunda bile betin benzin atardı. Hâlâ uzağında durduğun herhangi bir suç kaldı mı, başka vahşet ya da alçaklık kaldı mı? Bundan beş sene sonra da sende aynı şeyleri görüyor olaca­ğım! Aşağılara, aşağılara, yolun aşağılara iniyor; ve ölümden başka hiçbir şey seni durdurmaya yetmez."
"Evet, doğru," dedi boğuk bir sesle. "Bir derece­ye kadar kötülüğe bulaştım. Ama herkes için ay­nıdır bu: Bizzat azizler bile, yaşamanın sıradan pratiği içinde inceliklerini kaybedip, çevreleri­nin rengine uyum sağlarlar."
"Sana basit bir soru yönelteceğim," dedi öbürü, "ve sen cevap verirken, ahlaki horoskopunu oku­yacağını sana. Pek çok konuda laçkalaşmışsın; büyük bir olasılıkla böyle olmakla doğru yapıyorsundur; ve her koşul altında, tüm insanlar için aynıdır bu. Ama bunu kabul etmekle birlikte, önemsiz de olsa başa çıkılması güç, özel herhangi bir durumun içine kendi iradenle girdiğin oldu mu? Yoksa herşeye seni başkaları mı sürükledi?" "Herhangi bir durum mu?" diye, düşünceli bir kederle tekrarladı Markheim. "Hayır," diye ek­ledi, çaresizlik içinde, "hiç girmedim! Hepsinde başarısız oldum."
"O halde," dedi ziyaretçi, "neysen onunla yetin­melisin, çünkü asla değişmeyeceksin; ve bu aşa­mada ağzından çıkmış olan sözler geri dönülme/ biçimde kayıtlara geçmiştir."
Markheim uzun bir süre sessiz kaldı. Sonunda sessizliği ilk bozan, ziyaretçi oldu. "Madem öy­le," dedi, "sana paranın yerini göstereyim mi?"
"Ya haysiyet?" diye bağırdı Markheim.
"Onu denemedin mi?" diye karşılık verdi öbürü, "iki ya da üç sene önce, seni aydınlanma toplantı­larının platformunda görmedim mi? Üstelik ilahi okunurken en yüksek çıkan ses seninki değil miydi?"
"Doğru," dedi Markheim, "ve görev yolunda bana ne kaldığını açıkça görüyorum. Bu dersler için sa­na gönülden teşekkür ederim; gözlerim açıldı ve en azından kendimi olduğum gibi görebiliyorum." Aynı anda, kapı zilinin keskin sesi bütün evin için­de çalmaya başladı; ve ziyaretçi, sanki beklediği malum sinyali almış gibi, hemen ayağa fırladı. "Hizmetçi!" diye bağırdı. "Döndü. Seni önceden uyardığım gibi. Şimdi önünde daha da zor bir geçit var. Patronunun hasta olduğunu söylemeli­sin ona; güven verici, daha doğrusu ciddi bir yüz­le, onu içeri almalısın — gülümsemek yok, abartılı hareketler yok. Sana başarı sözü veriyorum! Kız içeri girip kapı kapanır kapanmaz, seni daha önce satıcıdan kurtaran aynı hüner, yolundaki bu son tehlikeyi de önünden kaldıracak. O andan itiba­ren, önünde uzun bir akşam olacak — eğer gere­kirse, bütün bir gece, evin hazinelerini aramak ve güvenliğini sağlamlaştırmak için. Tehlike kılı­ğında ayağına gelen yardım bu. Kalk!" diye ba­ğırdı; "Kalk, dostum; hayatın terazi kefesinde tit­reyerek sallanıyor; kalk, ve başla!"

Markheim akıl hocasına sabit gözlerle baktı. "Eğer kötü eylemlere mahkûm olacaksam," dedi, "açık bir özgürlük kapısı var hâlâ: Eylemden vaz­geçebilirim. Eğer hayatım hastalıklı bir şey ola­caksa, onu terk edebilirim. Senin de söylediğin gibi, günaha davet eden her küçük yüreklendir­menin hükmü altında olmama rağmen, yine de ka­rarlı bir tek davranışla, kendimi onlardan uzak­lara götürebilirim. İyiye olan sevgim kısırlığa mahkûm olmuş; olabilir, varsın olsun! Ama kötüye olan nefretim hâlâ yerinde. İşte bu yüzden, düşkırıklığına uğramak seni incitse de, hem gücü hem de cesareti kendimde toplayabileceğimi görme­lisin."

Ziyaretçinin yüz hatları harikulade ve çok güzel bir değişim geçirmeye başladı: Tatlı bir zafer ifa­desiyle parladı, yumuşadı ve parladığı gibi silinip kayboldu. Ama Markheim, dönüşümü seyretmek ya da anlamak için beklemedi. Kapıyı açtı; düşünceli bir halde ağır ağır merdivenleri indi. Geçmişi gösterişsiz bir şekilde gözlerinin önünden geçti; ona olduğu gibi baktı, bir düş gibi çirkin ve yoru­cu, kasıtsız bir cinayet8 kadar gelişigüzel; bir ye­nilgi manzarası. Yeniden gözden geçirdiğinde, ha­yat artık hiç cazip gelmiyordu ona; ama ötelerde bir yerde teknesini sığındıracak sessiz bir liman görüyordu.

Geçitte duraladı, mumun ölü vücudun yanı başın­da hâlâ yandığı dükkâna baktı. Dükkân tuhaf bi­çimde sessizdi. Satıcının görüntüleri kafasına üşüştü, gözlerini dikmiş duruyordu. Ve sonra zil bir kez daha sabırsız bir yaygara koparttı. Hizmetçiyi, kapı eşiğinde, yüzünde gülümsemeye benzer bir şeyle karşıladı.

"Siz en iyisi polise gidin," dedi; "Patronunuzu öldürdüm."



1). Bohemya kadehleri: Onyedinci yüzyılın sonlarında Bohemya kristali Avrupa'da çok modaydı.
2)Brownrigg: Londralı bir kilise cemaatı tarafından, yoksul hamile kadınlara bakması için işe alman Elizabetlı Brownrigg, genç bir kadın Çırağı vahşice öldürdükten sonra 1767 yılında idam edildi.
3)Manning ailesi: Frederick ve Mana Manning yemeğe gelen misafirlerini öldürüp mutfak döşemesinin altına gömdüler (1849 yılında idam edildiler).
4)Thurtell: Zengin bir tüccarın oğlu olan kumarbaz John Thurtell, William Weare'i bir kır evinde tuzağa düşürüp vahşice dövdükten sonra ölmemekte direnen kurbanının boğazını kesti (1823 yılında idam edildi).
5)Mağlup hükümdar: Napolyon, satrançta kaybetmek gibi küçük yenilgiler karşısında öfke nöbetleri geçirirdi.
6)Napolyon: 1812 yılında kış mevsimi zamanından önce bastırmış ve faciayla son bulan Rusya seferinin en büyük sebebi olmuştu.
7)Sheraton büfe: Thomas Sheraton (1751-1806), sanatsal değer taşıyan basit ve kullanışlı tasarımlar yapan ingiliz mobilya ustası.
8)Kasıtsız cinayet: Hukuk terimi, meşru müdafaa (haklı savunma) sırasında adam öldürme


Robert Louis Stevenson
Çeviren: Handan Balkara

Dost Kitabevi
Babil Kitaplığı
1.baskı
Mayıs 1999, Ankara
Sayfa: 97-125...

0 yorum:

Yorum Gönder