Dr. JEKYLL ve Mr. HYDE
R.L.STEVENSON
Zarife Laçinler tarafından İngilizce'den çevrilmiştir.
ÖNSÖZ
Robert Louis Stevenson (1850-1894), kitapçıkları, çocuk masalları, şiirleri ve
"Define Adası", "Çalınmış Çocuk", "Dr. Jekyll ve Mr. Hyde" gibi romanlarıyla
İngiltere'de büyük bir okuyucu kitlesine ulaşmış romantik bir yazardır.
Stevenson, 1850 yılında Edinbourgh'da doğdu. Ailesinin tek çocuğuydu; çok
duyarlı, zeki, zayıf ve çelimsiz bir çocuktu. Bu nedenle mühendislikten, daha
sonra da avukatlıktan vazgeçerek, küçük yaşta başladığı yazı sanatını ilerletti.
Eline ne geçerse okurdu. Sağlığının bozukluğu düzenli öğrenim görmesine engel
oldu. Yeteneği daha pek küçük yaştayken belirmişti. On üç yaşındayken bir
dergiye başyazar oldu ve bu işi üç yıl sürdürdü. On altı yaşında, kitaplarını;
şiirlerini ve romanlarını yazmaya başladı. Güney İngiltere, Fransa, İtalya, Alpler,
California ve güney denizlerindeki adaları gezdi. Baştan başa serüvenli bir
yaşam geçirdikten sonra, kırk dört yaşında, bir göğüs hastalığından öldü.
"Dr. Jekyll ve Mr. Hyde" adlı yapıtında anlatımı açık, yetkin, yerine göre okşayıcı
ve yerine göre tedirgin edicidir. Bu kitapta Stevenson, bir bilinçaltı sorununu
ustalıkla ortaya koyuyor. Yapıtın simgesel bir niteliği vardır. Bu bakımdan,
Fransız yazınının Stevenson üzerinde etkisi olduğu söylenebilir; Fransız
yazınında doğalcılık ve simgecilik akımları egemenken, Stevenson da
Fransa'daydı. Yapıt, ahlak üzerine simgesel bir öyküdür."Prince Otto", "The
Treasure of Franchard" ve "Markheim" adlı romanları gibi bu garip roman da iki
kişiliğin çevresinde dönüyor. İnsan, ahlakının kötü yanlarıyla oyun oynayabilir,
ama sonunda kesinlikle cezasını görür. İyilik örneği olan onurlu bir doktor,
bulduğu bir ilacın etkisiyle, kötülüğün ta kendisi olan günahkâr bir iblise
dönüşüyor. Bu kişilik altında önce zevk için yaptığı kötülükler, zaman geçtikçe
onu pençesine alıyor ve feci bir sona sürüklüyor.
Güçlü bir düşlemgücünden doğmuş olan bu yapıtta ahlaksal amaçla serüven el
ele vermiştir. Yapıt, coşku ve yaşamla doludur. Stevenson, hem bir Fransız gibi
güzel bir biçemle yazıyor, hem de bir ruhçözümcü gibi derin çözümlere girişiyor.
Bundan başka, yapıtın bütünündeki stoik düşünce de gözden kaçmıyor: Yaşam,
en ağır koşullar altında da olsa, cesaretle yaşanmalıdır.
Zarife Laçinler
Dr. JEKYLL ve Mr. HYDE
KAPI ÖYKÜSÜ
Noter Utterson, kırk yılda bir olsun gülümsemeyen, ters yüzlü, söyleşisi soğuk
olduğu denli kıt, tutuk bir adamdı. Pek duygulu değildi; zayıf yapılı, uzun boylu,
donuk yüzlüydü. Ama bezgin görünmesine karşın yine de sevimli bir görünüşü
vardı. Eş dost toplantılarında, hele şarap da sevdiği şaraplardan olursa,
gözlerinde iyilik pırıldardı; bu yönü hiçbir zaman sözlerinden anlaşılmaz, ama
şölenin sonlarında yüzünden okunmakla kalmaz, davranışlarında da ve daha
belirgin görünürdü.
Kendi benliğine karşı hep sert davranırdı. Yalnızken, içkiye karşı eğilimini
körletmek için cin içerdi. Tiyatrodan hoşlandığı halde yirmi yıldır kapısından
adım atmamıştı. Ama başkalarına karşı hoşgörülüydü. Kötülük yapma
konusunda ileri gidenlerin taşkınlıklarına imrenerek, biraz da şaşkınlıkla bakar;
bu tür davranışları yüzünden çıkmaza sapanları suçlu bulacağı yerde korumaya
çalışırdı. "Ben, Kabil'in tuttuğu aykırı yolu iyi bulurum. Varsın her insan belasını
kendi istediği gibi bulsun," diye tuhaf tuhaf söylenirdi. Bu yüzden onun kısmeti,
çok kez, düşenin son saygın ve iyiliksever dostu olmaktı. Böylelerine karşı,
işyerine gelip gittikleri sürece, davranışı hiç değişmezdi.
Böyle davranmak, Utterson için hiç de güç bir şey değildi; çünkü, aslında
duygularını belli etmeyen bir adamdı. Dahası, dostluklarında bile böyle mezhebi
geniş bir uysallık vardı. Dostlarını rasgele, oldukları gibi kabul etmek ancak
alçakgönüllü bir insanın işidir. Bizim noter de böyleydi. Dostları, ya akrabası ya
da çok eskiden beri tanıdığı kimselerdi. Sevgisi zamanla büyüyüp gelişen
sarmaşık gibi, bağlandıklarını ayırdetmezdi. Belki de uzaktan akrabası ve kentin
tanınmış kimselerinden biri olan Richard Enfield'e karşı duyduğu bağlılık da
bundan ileri geliyordu. Bu iki hısım, birbirlerinde beğenecek ne bulur ya da
konuşacak ne ortak konuları bulunabilir, kimse anlayamazdı. Pazar
gezmelerinde onlara raslayanlar, "hiç konuşmadan, besbelli canları sıkılarak
yürürler; bir dostlarına raslayınca sanki içlerinin açıldığı belli olur," derlerdi.
Buna karşın, ikisi de bu gezintilere çok değer verirlerdi. Haftanın tek eğlencesi
saydıkları bu gezintiler için yalnızca başka eğlence fırsatlarını bir yana
bırakmakla kalmaz; iş için gelenleri bile geri çevirir, böylece bu gezinti zevkinin
aksamamasına bakarlardı.
Yine bu gezintilerin birinde raslantıyla yolları Londra'nın kalabalık bir
mahallesinin yan sokağına düşmüştü. Burası küçük, sessiz bir sokaktı, ama iş
günlerinde dükkânlar açıkken işlekti. Burada oturanların kazançlarının yolunda
olduğu belliydi; yarışırcasına daha da çok kazanmaya çalışıyorlar, artırdıklarını
süse harcıyorlardı. Yol boyunca uzanan vitrinler, sıra sıra dizilmiş gülümseyen
satıcı kızlar gibi, insanı kendilerine çekiyordu. Gözalıcı güzelliklerinin örtüldüğü
ve yolun başka günlere göre ıssız olduğu pazar günleri bile burası pis komşu
sokaklarla karşılaştırılınca, sanki ormanda parıldayan bir ateşi andırırdı. Yeni
boyanmış kepenkleri, pırıl pırıl parlatılmış pirinç tokmakları, genel temizliği ve
neşeli durumu gelen geçenlerin hep gözüne çarpar, hoşa giderdi.
Doğuya doğru giderken, soldaki köşeyi geçtikten sonra iki kapı ilerde, bir avlu
girişi sokağın düzgünlüğünü bozuyordu. Tam bu noktada karanlık yüzlü büyük
bir yapının çatısı, bu sokağa doğru bir çıkıntı oluşturmuştu. Yapı iki katlıydı.
Penceresi yoktu. Alt katında bir kapıdan, üst katında da rengi solmuş
duvarlardan başka bir şey görülmüyordu. Evin neresine bakılsa uzun zamandan
beri el değmemiş olduğu anlaşılıyordu. Kapının ne tokmağı, ne de zili vardı;
boyası yer yer kabarıp dökülmüştü. Serseriler kapının girintisinde yatmışlar,
tahtalarında kibritler çakmışlar; çocuklar merdivenlerinde bakkalcılık
oynamışlar, bir öğrenci de kabartmalarında çakısının keskinliğini denemişti.
Ama, yirmi, yirmi beş yıldan beri bu serseri ziyaretçileri kovacak ya da yaptıkları
yıkımı onaracak bir kimse çıkmamıştı.
Enfield ile noter bu sokağın karşı yanındaydılar. Avlunun karşısına gelince
Enfield bastonuyla işaret ederek, dostuna:
- Bu kapıya hiç dikkat etmiş miydin? diye sordu. Noter "Evet," deyince:
- Bu kapıyı ne zaman görsem aklıma çok garip bir öykü gelir, diye ekledi.
Utterson sesini hafifçe değiştirerek:
- Yaa... Neymiş bu? diye sordu.
Enfield karşılık olarak:
- Bak anlatayım, dedi. Karanlık bir kış gecesi, saat üç sularındaydı. Bilmem
nereden eve dönüyordum. Yolum, kentin fener ışığından başka hiçbir şey
görünmeyen bir bölgesinden geçiyordu. Birbiri ardınca uzayıp giden sokaklar.
Herkes derin bir uykuda. Bitmek tükenmek bilmeyen yollar. Hepsi de sanki geçit
törenine hazırlanmış gibi ışıklanmış, hepsi de kilise gibi bomboş yollar... O
duruma gelmiştim ki, kendisini dinleye dinleye kuruntuya kapılan insanlar gibi,
"Ah, bir polise raslasam!" diyordum. Birdenbire iki gölge gördüm; biri hızlı hızlı,
sert adımlarla doğuya doğru giden ufak tefek bir adam; öteki de aşağı yukarı
sekiz-on yaşlarında bir kızdı. Bu adamın gittiği yola çapraz düşen bir yoldan
alabildiğine koşarak iniyordu. İkisi pek doğal olarak yolun köşesinde birbirlerine
çarptılar. İşte asıl acıklı şey bundan sonra oldu. Çünkü adam hiç aldırmadan
kızın üstüne bastı geçti; çocuğu çığlıklar içinde yerde bıraktı. Bunu böyle işitmek
bir şey değil, dostum, asıl görmek pek acıklıydı!.. Adamın insana benzer bir yanı
yoktu, önüne ezilsinler diye kurbanlar atılan bir taş tanrıya benziyordu.
Arkasından seslendim ve alabildiğine koştum. Bu nazik (!) adamı yakasından
yakaladım, haykırmakta olan yavrunun çevresini almış kalabalığın bulunduğu
yere sürükledim. Çok soğukkanlıydı. Hiç karşı koymadı; yalnızca bana bir kez
baktı; ama öyle kötü baktı ki, birdenbire vücudumu ter bastığını duyumsadım.
Yardıma yetişenler çocuğun kendi ailesiydi. Çok geçmeden bir kızın çağırmaya
gittiği doktor da gözüktü. Neyse, doktorun dediğine göre çocuğa pek bir şey
olmamış, yalnızca çok korkmuştu. Eh, sorun burada biter diyeceksin, değil mi?
Fakat işin garip bir yönü var. Daha ilk bakışta bu adama karşı bende bir nefret
uyanmıştı. Doğallıkla aynı duygu çocuğun ailesinde de uyanmıştı. Ama, asıl
dikkatimi çeken doktorun takındığı tavırdı. Görünüşü bildiğimiz doktorlardan
farksızdı: Yaşı ve rengi belirsiz, konuşmasından belirgin bir Edinburgh vurgusu
eksik olmayan, hiç mi hiç heyecan belirtisi göstermeyen bir hekimdi. Her neyse,
bizim gibi sıradan bir adamdı. Ama yakaladığım adama her bakışında, onu bir
atılışta yere sermek istediğini, renkten renge giren yüzünden okuyordum.
Benim kafamın içinde dolaşanı onun bildiği kadar, ben de onun aklından
geçenleri biliyordum. Öldürmek söz konusu olamayacağına göre, yapılacak en
ağır şey neyse onu yaptık. Adama, onu bu davranışı yüzünden rezil
edebileceğimizi, adını bütün Londra'nın bir başından öbür başına dek dillere
destan edeceğimizi söyledik. Dostları ve saygınlığı varsa bunları yitireceğini de
ekledik. Bütün bunları sayıp dökerken de elimizden geldiği kadar kadınları
ondan uzak tutuyorduk; çünkü olup bitenler karşısında hepsi de cehennem
cadılarına dönmüştü. Yaşamımda yüzleri böylesine nefret dolu bir insan
topluluğu görmedim. İnsanı sinirlendiren kötü bir soğukkanlılıkla sırıtan adamı
ortalarına almışlardı. Onun da korktuğunu ben fark edebiliyordum. Ama
kardeşim, adam gerçekten bir iblis gibi, bunu oradakilerin gözünden nasıl da
gizleyebiliyordu:
- Bu kazadan kazançlı çıkmak isterseniz, buna karşı koymak elimden gelmez
doğallıkla! Ama kim olsa böyle bir rezaletten yakasını sıyırmak ister. Kaç para
istiyorsunuz, söyleyin... dedi. Sonunda onu, çocuğun ailesine tazminat olarak
yüz İngiliz lirası vermeye razı ettik. Önerimize yanaşmak istemediği açıktı. Ama,
hepimizin ona kötülük yapabileceğimizi anladığı için, sonunda ister istemez razı
oldu. Şimdi geriye, parayı alma işi kalıyordu. Bizi nereye götürse beğenirsin? O
kapalı yere götürmesin mi? Hemen bir anahtarla kapıyı açarak içeri daldı, çok
geçmeden on altın ve geri kalanı için üstünde adı yazılı olana verilmek üzere
"Couts" veznesine yazılmış bir çekle döndü. Çekteki imza, öykümün temel
noktalarından biri; ama kim olduğunu söyleyemeyeceğim. Bununla birlikte çok
duyulmuş, gazetelerde sık sık raslanan birinin adıydı. Gerçi vermesi gereken, az
bir para değildi; ama imza da, gerçekse, daha çoğuna bile değerdi. Adama,
bunun pek kuşku verici olduğunu; yüz İngiliz liralık hesabı kapatmak için
sabahın dördünde arka kapıdan dalarak başka bir adamın adına ve hesabına ait
bir çekle geri gelmesinin inanılacak bir şey olmadığını söylemek gözüpekliğini
gösterdim. Fakat o, hiç aldırmadan sırıtıyordu:
- Merak etmeyin. Bankalar açılıncaya kadar yanınızdan ayrılmayacağım. Çeki
kendim bozduracağım, dedi. Bunun üzerine yola çıktık. Doktor, kızın babası, bu
adam, ben, hep birlikte geceyi pansiyonumda geçirdik. Sabah olup kahvaltımızı
ettikten sonra, yine birlikte bankayı boyladık. Çeki kendi elimle uzattım ve sahte
olduğundan çok kuşku duyduğumu söyledim. Ne gezer azizim... Çek gerçekmiş.
Utterson şaşkınlıkla:
- Yok canım! Allah allah... dedi.
- Sen de benim gibi şaştın, değil mi? Bu kötü bir öykü, dostum; çünkü bu adamın
kimseyle bir alışverişi olamazdı. Gerçekten belalı bir şeydi. Oysa çeki imzalayan
kişi zengin, onur ve saygınlık bakımından toz kondurulmayacak bir kimseydi.
Daha da kötüsü, herkesin iyiliksever diye bellediği bir adamdı. Anlaşılan bu
para, gençliğinde yaptığı bir taşkınlığın karşılığını zorla ödeyen bu adamdan,
korkutularak alınmıştı... İşte ben de bundan dolayı o tek kapılı yere "korkutma
evi" diyorum ya... Hoş, bu bile her şeyi anlatmaya yetmez, diyerek sözünü
bitirdikten sonra Enfield biraz dalar gibi oldu. Utterson onu bu dalgınlıktan, şu
soruyla birden uyandırdı:
- Çek sahibinin orada oturup oturmadığını bilmiyorsun, değil mi?
Enfield dönerek yanıt verdi:
- Orada oturacak gibi bir adam, değil mi? Ama adresine gözüm ilişmişti.
Alanların birinde oturuyormuş, ama hangisinde olduğunu unuttum.
- O kapalı yer hakkında hiçbir şey sormadın ha?..
Enfield:
- Hayır dostum; ne bileyim, çekindim, diye yanıtladı. Soru sormak çok sinirime
dokunur. Kıyamet gününde sorguya çekiyormuş gibi olurum. Bir şey sorarsın,
sanki bir taş yuvarlamış olursun. Sen rahatça bir dağın tepesinde oturursun. Taş
yuvarlanır gider, giderken de diğerlerini kakar. Bir de bakarsın, sonunda
kaygısız oturup duran hiç ummadığın birinin başına düşer, yaralar. Sonra bu
yüzden ailelerin, adlarını değiştirmeleri gerekir. Yooo, hayır dostum, bu ilkemdir
benim. Bir iş ne denli karışık görünürse, o denli az soru sorarım...
Noter:
- Çok yerinde bir ilke doğrusu, dedi.
Enfield konuşmasını sürdürerek:
- Ama evi kendim inceledim; bunun eve benzer bir yeri yok. Başka hiçbir kapısı
yok. Kırk yılda bir uğrayan o serüven kahramanından başka oraya girip çıkan da
yok. İlk katında avluya bakan üç pencere var. Aşağı katındaysa hiç yok. Olanlar
da her zaman için sıkı sıkıya kapalı. Ama temiz. Bir de hiç durmadan tüten bir
bacası var ki, orada birinin oturduğuna bir kanıt bu. Bununla birlikte pek
kestirilemiyor; çünkü yapılar o alanda öyle omuz omuza ki birinin nerede
başladığını, ötekinin nerede bittiğini söylemek pek kolay değil...
İki arkadaş bir süre yine sessizce yürüdüler. Sonra Utterson:
- Enfield, ilken hiç de kötü değil, dedi.
Arkadaşı yanıtladı:
- Evet, değil sanırım...
Noter konuşmasını sürdürdü:
- Ama yine de sormak istediğim bir şey var: çocuğu çiğneyen adamın adı neydi?
- Bunu söylemekte bir sakınca olmasa gerek. Adı, Hyde'dı.
- Hımmm! Nasıl biriydi bu?
Enfield:
- Bunu söylemek pek kolay değil. İlk bakışta garipliği göze batıyor. Durumunda
sevimsiz, nefret uyandıran bir şey var... Bu kadar nefret uyandıran bir adama
raslamadım. Niçin ondan böylesine nefret ediyorum, hiç bilmiyorum. İnsana
vücudunda bir olağandışılık varmış duygusunu veriyor, ama neresinde olduğu
belli değil. Çok garip görünüşlü bir adam, ama garipliği şundandır
diyemeyeceğim. Yok, yok azizim, olmayacak; onu tanımlayamayacağım sana.
Unutkanlık da değil bu, çünkü şu dakikada bile gözümün önündeymiş gibi onu
anımsıyorum.
Utterson bir süre daha sessiz sessiz yürüdü. Derin derin bir şeyler düşündüğü
belliydi. Sonunda dayanamayarak:
- Onun bir anahtar kullandığından emin misin? diye sordu.
Enfield şaşkınlıkla:
- Ne emin olması dostum? diye söze başladı.
Utterson:
- Biliyorum, sorum biraz garip kaçtı, ama... şu da var ki, öbür adamı
sormayışıma bakılırsa, bu yönü bildiğim anlaşılır. Görüyorsun ya Richard,
öykünü boşuna anlatmış olmadın. Eğer anlatırken yanıldığın bir nokta varsa,
onu düzeltmeye bak, azizim.
Ötekinin hafifçe canı sıkılmıştı:
- Öyle olduğunu bana önceden söylemen gerekmez miydi? Bununla birlikte,
bütün anlattıklarım harfi harfine doğrudur. Evet, adamın bir anahtarı vardı.
Üstelik, bu anahtar hâlâ da üstünde. Bir hafta önce onunla kapıyı açarken
gördüm üstelik.
Utterson bir sözcük bile söylemeden derin derin içini çekti. Az sonra genç
arkadaşı sözünü sürdürdü:
- Boşboğazlık etmemem için işte bir ders daha, dedi, gevezeliğimden utandım
doğrusu. Bu konuya bir daha hiç dönmeyeceğimize söz verelim, olmaz mı?
Noter:
- Hay hay, Richard. Ver elini; sözümüz söz! dedi.
HYDE'IN PEŞİNDE
Utterson o akşam, tek başına oturduğu evine düşünceli döndü. Sofraya
oturduğunda iştahı kaçmıştı. Pazar akşamları yemekten sonra, yazı masasından
tatsız bir dinbilim kitabını alıp çevredeki kilise çanı on ikiyi vuruncaya dek ocak
başında oturmak, sonra Tanrıya şükredip ağır ağır yatağına çekilmek her zaman
yaptığı şeydi; ama bu akşam, sofradan kalkar kalkmaz eline bir şamdan aldı,
çalışma odasına çekildi; kasasını açtı. En gizli köşesinden üzerinde "Doktor
Jekyll'ın Vasiyetnamesi" yazılı büyücek bir zarf çıkardı. Kaşları çatık, zarfın
içindekilerini dikkatle incelemeye koyuldu.
Vasiyetname, sahibinin el yazısıyla yazılmıştı. Utterson, vasiyetnamenin
hazırlandıktan sonra saklanmasını üstlenmiş, ama bunun hazırlanmasına en
ufak bir yardımda bulunmayı kabul etmemişti. Çünkü vasiyetnamede, M.D.(tıp
doktoru), D.G.L. (yurttaşlar hukuku doktoru), L.L.D. (hukuk doktoru), F.R.S.
(Kraliyet Derneği üyesi) unvanları sahibi Harry Jekyll öldüğünde, bütün
mallarının ve taşınmazlarının, "dostluğunu ve iyiliğini gördüğü Edward Hyde'a"
kalacağı; doktor Jekyll'ın " nedensiz olarak üç ayı geçecek bir süre ortadan
kaybolması ya da nedensiz olarak ortaya çıkmaması durumunda" adı geçen
Edward Hyde'ın, artık beklemeksizin, adı geçen Henry Jekyll'ın mirasını almaya
hak kazanmış olacağı; doktorun hizmetindeki kimselere yapılacak ufak tefek
ödemeler dışında herhangi bir zorunluluğunun olmayacağı ve herhangi bir
senedin ödenmesinden sorumlu tutulamayacağı yazılıydı.
Bu dosya çoktandır noterin midesini bulandırıyordu. Hem bir noter olarak, hem
de akla ve geleneklere uygun yaşamayı doğru bulan, düşlere kapılarak yaşamayı
ahlaksızlıkla bir tutan bir adam olarak, bu işin çapraşıklığı onu sıkıyordu. Ama
onu bu ana dek için için asıl hırslandıran, Hyde hakkında doğru dürüst bir şey
öğrenememiş olmasıydı; şimdi birdenbire onu tanımış bulunuyordu. Yalnızca
adını bildiği, başka hiçbir şey öğrenemediği için, sorun yeterince can sıkıcıydı.
Ama şimdi bu ad bir takım iğrenç sıfatlar da alınca büsbütün midesi bulanmıştı.
Bir türlü yolunu bulup kaldıramadığı gizem perdesinin arkasından, birdenbire
ilençli bir insanın çıktığını görür gibi oldu. Uğursuz kâğıdı yeniden kasaya
koyarken:
-Bunu ben bir çılgınlık sanmıştım, ama korkarım ki altından bir rezillik çıkacak,
dedi.
Sonra mumu söndürdü. Arkasına bir palto alarak doktorların mahallesi olan
Cavendish Alanı'na doğru yola çıktı. Dostu, büyük doktorlardan Lanyon'ın ardı
arkası kesilmeyen hastalarını kabul ettiği evi, bu alandaydı.
-Bunu bilse bilse Lanyon bilir, diye düşünmüştü.
Ağırbaşlı uşak kendisini tanıyarak hemen içeri aldı ve hiç bekletmeden, sokak
kapısından doğru Dr. Lanyon'un oturduğu yemek salonuna götürdü. Doktor
burada yalnız başına oturmuş şarap içiyordu. Lanyon neşeli, sağlıklı, üstü başı
temiz, kırmızı yüzlü bir adamdı. Bir tutam saçı zamanından önce ağarmıştı;
davranışlarında bir sıcaklık ve kesinlik vardı. Utterson'ı görür görmez
koltuğundan fırlayarak kollarını açtı, onu sevinçle karşıladı. Yaratılışı gereği
gösterdiği içtenlik, biraz rol yapıyormuş sanısını uyandırıyordu; ama aslında
öyle değildi; bu davranışıyla, içten gelen duygusunu gösteriyordu yalnızca.
Çünkü iki adamın dostluğu eskiydi. Hem lisede, hem üniversitede birlikte
okumuşlardı; her ikisi de, hem kendilerine, hem de birbirlerine karşı pek
saygılıydılar. Çoğu kez herkeste görülmeyen bir biçimde, birbirlerinin
arkadaşlığından pek hoşlanırlardı.
Biraz dereden tepeden konuştuktan sonra noter, zihnini eni konu kurcalayan
konuyu açtı:
-Lanyon, seninle ben, Harry Jekyll'ın en eski iki dostuyuz, değil mi?
-Ah, keşke bu iki dost daha genç olaydı, diye Lanyon takıldı. Öyle, öyle sanırım.
İyi ama, bundan ne çıkar? Bu günlerde onu çok az görüyorum, dedi.
-Ya... Öyle mi?.. İkinizin çok içli dışlı olduğunuzu sanıyordum.
Lanyon:
-Öyleydi ama, diye yanıt verdi, on yıldan çok bir zamandır, Harry Jekyll bana
göre pek tuhaflaştı. Gitgide sapıtıyor sanki. Bunca yıllık dostluğumuzun hatırı
vardır, ben de elbette, onunla büsbütün ilgilenmiyor değilim. Bununla birlikte,
onu çok az görüyorum.
Birdenbire yüzü mosmor kesilerek:
-Bilime aykırı düşen öyle saçmalamaları var ki, öz kardeş olsaydık bizi
birbirimizden ayırırdı, dostum... diye ekledi.
Doktorun gösterdiği bu ufak sinirlilik, Utterson'ın içine soğuk su serpmişti.
Kendi kendine:
"Neyse, ayrılıkları yalnızca bilimsel bir konudaymış," diye düşündü. Kendi
mesleğiyle ilgili konular dışında, genellikle bilimsel konulardan hiçbir heyecan
duymadığı için, şunu da kendi kendine ekledi: "Ben de daha kötü bir şey
sanmıştım..."
Arkadaşının biraz kendine gelmesini bekledikten sonra asıl görüşmek istediği
sorunu açtı:
-Sen, Jekyll'ın koruması altında bulunan Hyde diye biriyle tanıştın mı hiç?
Lanyon:
-Hyde mı? Hayır, dedi. Onu tanıdığım günden beri böyle birini hiç duymadım.
Noterin bu konuyla ilgili olarak edindiği bilgi bu kadarla kaldı. Eve dönünce
karanlığa gömülü kocaman yatağına uzandı. Sağa döndü, sola döndü, böylece
sabahı etti. Bilinmeyenler içinde bir yığın sorunun ablukası altında bocalayan
kafasıyla, gerçekten sıkıntılı bir gece geçirdi.
Utterson'ın oturduğu evin pek yakınındaki kilisenin çanı altıyı vurmasına karşın,
noter hâlâ o sorunla uğraşıyordu. Şimdiye dek bu sorun yalnızca aklını
kurcalamakla kalmıştı; ama şimdi, bütün düşlemgücünü de uğraştırıyor; hatta
onu egemenliği altına alıyordu. Gecenin ve perdelerin koyu karanlığı içinde
yatağında döndükçe, Enfield'in kendisine anlattığı öykü canlanmış resimler
halinde gözünün önünden geçiyordu. Gece yarısı bir kentin bitmek tükenmek
bilmeyen fenerleri, sonra hızlı hızlı yol alan bir kişi, doktorun evinden dönen bir
çocuğun koşması, daha sonra bunların karşılaşmaları, insan kılığındaki bu
ucubenin çocuğu çiğneyerek çığlıklarına kulak asmadan geçip gitmesi, gözünün
önünde canlanıyordu. Kimi zaman da, gözünün önüne zengin bir evin yatak
odası geliyor; burada arkadaşı tatlı düşlerine gülümseyerek yatmış uyuyor, o
sırada yatağın perdeleri hızla yana çekiliyor ve arkadaşı rahat uykusundan
uyandırılıyor; bakıyor ki başı ucunda bir hayalet durmaktadır, bütün etkinliği
eline almış bir hayalet!.. Gecenin ileri bir saatinde de olsa, artık kalkıp onun
buyruğunu yerine getirmek gerekiyor. Noter, şimdi bütün bunları yeniden görür
gibi oluyordu. Bu kişi, noterin düşüncelerinden bütün gece eksik olmadı. Biraz
dalar gibi olsa, aynı gölgenin gizlice uykuda olan evlere girdiğini ya da gitgide
artan baş döndürücü bir hızla, ışıklanmış bir kentin geniş çıkmazlarına dalarak,
her sokak başında bir çocuğu çiğneyerek çığlıklar içinde yere yuvarladıktan
sonra sıvışıp gittiğini görüyordu. Yine de bu hayalin kendisini anımsatacak bir
yüzü yoktu. Düşlerinde bile, bu böyleydi. Bu yüz onunla sanki eğleniyormuş gibi,
gözünün önüne gelince eriyiveriyordu. Böylece noterin, Hyde'ı görmek merakı
iyiden iyiye arttı.. Ah! Onu bir kez görse, incelenen bütün akıl ermeyen olaylarda
olduğu gibi, bunun da gizem perdesi kalkacak ve karanlıktan tümüyle
sıyrılacaktı. O zaman, arkadaşının bu garip dostluk ve bağlılığa (dostluk ya da
bağlılık; ne isterseniz deyin) katlanmasının ve hele vasiyetnamesine insanı
şaşırtan o maddeleri koymasının nedenini anlayacaktı. Hiç değilse acımak nedir
bilmeyen bir adamın yüzü, herhalde görülmeye değer bir şeydi. Bir yüz ki, ne
zaman görünse, kolay kolay etki altında kalmayan Enfield'de sonsuz bir nefret
uyandırıyordu.
Utterson, o günden sonra dükkânların bulunduğu yan sokaktaki kapının
önünden ayrılmadı. Sabahları çalışma saatlerinden önce, öğleleri işlerin sıkı,
vaktin dar olduğu zamanlarda, geceleri sis nedeniyle bulanıklaşan ay ışığı
altında, gece gündüz demeden kalabalık veya ıssız her saatte, noterin orada
beklediği görülebilirdi.
- Saklambaç oynuyoruz sanki; o saklanıyor, ben arıyorum, diye düşünüyordu.
Sonunda sabrının ödülünü aldı.
Güzel, nemsiz bir geceydi, kuru bir ayaz ve don vardı. Sokaklar bir balo
salonunun cilalanmış döşemeleri gibi parlak ve tertemizdi. Rüzgârın
dokunmadığı fenerler, yerlere ışık ve gölgeden oluşan, düzgün işlemeler
çiziyordu. Saat onda, bütün mağazalar kapandığı sırada, bu yan sokak ıssızlığa
gömülmüş, Londra'nın her yandan gelen derin homurtusuna karşın burası pek
sessiz kalmıştı. Azıcık bir ses çıksa ta uzaklara dek duyuluyor; caddenin iki
yanındaki evlerden gelen sesler iyice anlaşılıyor; bir yolcunun yaklaştığını, ayak
sesleri çok önceden haber veriyordu.
Utterson, birkaç dakikadan beri her zamanki yerinde bekliyordu; garip bir ayak
sesinin yaklaştığını işitti. Bu gece devriyelerinde, bir tek insanın ayak sesinin,
pek uzakta da olsa, şehrin gürültü ve derin uğultusundan birdenbire sıyrılıp da
çıkardığı sesin o acayip etkisine, Utterson çoktan alışmıştı. Ama hiçbir seferinde
buna şimdiki gibi dikkatle kulak kabartmamıştı. Başarılı olacağı içine doğmuş
gibi avlunun girişine çekildi.
Adımlar hızla yaklaşıyordu. Sokağa dönünce adımların gürültüsü arttı. Noter
girişten başını çıkarınca, ne çapta bir adama çattığını hemen anladı. Ufak tefek,
basit giyimli bir adamdı. O denli uzaktan da olsa, ona bakan bir kimsede çok
olumsuz bir etki bırakacak bir görünümü vardı. Adam zaman yitirmeden
sokaktan geçerek doğruca kapıya yöneldi; evine dönen biri gibi cebinden bir
anahtar çıkardı.
Utterson bir adım atarak, yanından geçerken adamın omuzuna dokundu:
- Yanılmıyorsam adınız Mr. Hyde, değil mi?
Hyde ürküntüyle içini çekerek geri çekildi; ama bu ürkme kısa sürdü. Noterin
yüzüne bakmadan soğuk bir tavırla yanıt verdi:
- Evet, adım Hyde'dır. Ne istiyorsunuz?
- İçeriye giriyordunuz sanırım... Ben Dr. Jekyll'ın eski bir dostu, Gaunt
sokağında oturan Utterson'ım. Sanırım adımı duymuşsunuzdur. Size raslamam
iyi oldu; karşılaştığımıza göre birlikte girebiliriz, diye düşündüm.
Hyde elindeki anahtarı hızla deliğe sokarak:
- Ama Dr. Jekyll'ı göremezsiniz ki, evde yok çünkü, dedi ve sonra birdenbire yine
hiç başını kaldırmadan sordu:
- Peki.. beni nasıl tanıdınız?
Utterson:
- Söyleyeyim, ama önce siz benim bir isteğimi yerine getirebilir misiniz? diye
sordu.
- Hay hay, sevinerek. İstediğiniz nedir?
- Yüzünüzü görmeme izin verir misiniz?
Hyde bir an duraladı; sonra, sanki ani bir kararla, meydan okurcasına yüzünü
karşısındaki adama doğru kaldırdı. Her ikisi de birkaç saniye dik dik bakıştılar.
Utterson:
- Bir daha görürsem sizi artık tanıyabilirim, dedi. Sizi tanımak, sanırım yararlı
olacak.
Hyde dönerek:
- Ya, evet, tanıştığımız iyi oldu. Size nerede oturduğumu da söyleyeyim bari,
dedi ve Soho'da bir sokaktaki evinin adresini verdi.
Utterson:
- Allah allah! Acaba o da vasiyetnameyi mi düşünüyor, diye aklından geçirdi;
ama düşüncelerini açığa vurmadı. Adrese bir teşekkür mırıldandı.
Öteki:
- E... Şimdi deminki soruma gelelim. Beni nasıl tanıdınız bakalım?
- Tanımlamayla...
- Kimin tanımlamasıyla?
- Bizim ortak dostlarımız var.
Hyde biraz daha boğuk bir sesle:
- Ortak dostlarımız ha.. diye yineledi, kimmiş bunlar bakalım?
- Örneğin, Mr. Jekyll.
Hyde, öfkesinden yüzü kızararak bağırdı:
- O size benden asla söz etmemiştir. Yalan söyleyeceğinizi sanmazdım.
- Hele durun. Size böyle konuşmak yakışır mı?
Hyde bunun üzerine vahşi bir kahkahayla gürledi, sonra şaşılacak bir çeviklikle
kapıyı açtı ve eve girerek birden gözden yitti.
Hyde girdikten sonra noter bir süre, sıkıntılı sıkıntılı olduğu yerde kaldı. Sonra
yavaş yavaş, adım başında durup kafası alt üst olmuş bir adam gibi elini alnı
üzerinde gezdire gezdire yürümeye başladı. Yürürken böylece kendi kendisine
tartıştığı sorun, çözümü pek az bulunabilen türdendi. Hyde ölü benizli, eciş
bücüş bir şeydi. Gözle görülebilir bir sakatlığı olmadığı halde insana sakat
olduğu izlenimini veriyordu. Yüzünde sevimsiz bir gülüşü vardı. Notere ürkeklik
ve küstahlıkla karışık bir tür cani duygusunu vermiş ve kısık, fısıltılı, çatlak bir
sesle konuşmuştu. Bütün bunlar ona karşı olan noktalardı; ama yine de, bütün
bunlar noterin bu adama karşı duyduğu o bilinmez nefret, tiksinti ve korkunun
nedenini açıklayamıyordu. Kafası altüst olan noter, "Başka, daha başka bir şey
olmalı bunda. Daha başka bir şey var. Ah, o başka şeyin ne olduğunu bilsem.
Vallahi insana benzer bir yanı yok. Mağaralarda yaşayan vahşilerden biri mi
desem, bilmem... Belki masallarda adı geçen gulyabaniler türünden bir şeydir!..
Ya da sakın insan bedenine girerek onun çamurdan yapısını değiştiren kötü
ruhlardan biri olmasın? Sanırım, bu sonuncusu olacak. Ah, benim zavallı
Jekyll'ım. Yaşamımda iblisin mührünü bir yüzde okumuşsam, bil ki bu, kesinlikle
senin yeni dostunun yüzüdür," dedi.
Yan sokağın köşesini dönünce, eskiden kalma güzel evlerin bulunduğu bir alana
varılırdı. Şimdi bu evlerin birçoğu eski görkemlerini yitirmiş, yıkılmaya yüz
tutmuş; haritacılar, mimarlar, karanlık işlerle uğraşan avukatlar, bir takım adı
sanı belirsiz komisyoncular gibi türlü türlü insanlara oda oda, kat kat kiraya
verilmişti. Köşeyi döndükten sonraki ikinci ev nasılsa bütün olarak tutulmuştu
ya da sahipleri oturuyordu burada. Utterson, kapının üstündeki yelpaze biçimi
pencereden gelen ışık dışında her yanı karanlığa gömülmüş olmasına karşın,
büyük bir refah ve zenginlik gösteren bu evin kapısının önünde durdu ve
tokmağı vurdu. Temizce giyinmiş yaşlıca bir uşak kapıyı açtı.
- Doktor Jekyll evde mi, Poole?
Uşak:
- Bakayım efendim, buyurun, diyerek konuğu içeri aldı; alçak tavanlı, geniş
zemini parke taşlarla döşenmiş, iyi cins ağaç dolaplarla süslenmiş ve (taşra
evlerinin ısıtma yöntemine göre) parlak ve açık bir ocak ateşiyle ısıtılmış rahat
bir salona götürdü:
- Efendim, burada, ocak başında mı beklersiniz; yoksa yemek odasındaki
lambayı yakayım mı?
Utterson:
- Burası iyi, sağol, dedi ve biraz daha yaklaşarak ocağın ön demirlerine doğru
eğildi. Şimdi yalnız başına bulunduğu bu yer dostu doktorun pek hoşlandığı bir
salondu. Utterson bunun, Londra'nın en hoş salonu olduğunu söyler dururdu.
Ama bu akşam, içinde bir ürperti vardı. Hyde'ın yüzü belleğinden bir an
silinmemişti. Kendisinde pek az duyduğu bir tiksintiyle yaşamı tatsız buluyordu.
Bilinmeyenlere dalmış kafası, ateşin cilalı dolapların üstüne düşen titrek
ışığında, kendisinin tavana yansıyan devingen gölgesinde bir tehdit okuyor
gibiydi. Poole çok geçmeden gelip efendisi Dr.Jekyll'ın evde olmadığını
kendisine bildirdiği zaman aldığı rahat soluktan utanmış gibi oldu.
- Ama Poole, ben Hyde'ın şu eski otopsi odasına girdiğini gördüm. Dr. Jekyll
evde yokken onun oraya girmesi doğru mudur?
- Evet, doğrudur efendim. Mr. Hyde'ın bir anahtarı var.
Noter dalgın dalgın:
- Anlaşılan, efendin o gence çok güven duyuyor. Ne dersin?
- Evet efendim, orası öyle... Onun isteklerini yerine getirmek için emir bile aldık.
Utterson sordu:
- Mr. Hyde'ı ben hiç gördüm mü acaba?
- Görmenize olanak var mı efendim? O burada hiç yemek yemez ki... Evin bu
yanında biz bile onu pek az görürüz. O daha çok, laboratuvardan gelir gider.
- Eh, peki... İyi geceler; hoşçakal.
- Güle güle efendim; iyi geceler.
Noter oradan bir iç sıkıntısıyla ayrılarak evine döndü. Kendi kendine
düşünüyordu: "Ah, zavallı Harry Jekyll! Bir çıkmaza saplanmış gibi geliyor bana.
Kesinlikle, şimdi değil ama, gençliğinde, bundan yıllarca önce taşkın bir adamdı.
Ama doğa yasalarında insanların davranışlarını sınırlayan bir düzen yok ki...
Evet, öyle olacak: Eskiden işlenmiş bir günahın hortlaması. Örtbas edilmiş bir
ahlaksızlığın geri tepmesi. Yılların bellekten sildiği ve benliğe karşı düşkünlüğün
bağışlattığı bir yanlışın, neden sonra, gölge gibi sinerek gelen bir cezası olmalı
bu..."
Noter, bu düşüncelerle ürpererek kendi geçmişine döndü. Belleğini iyice
kurcalayarak, kendisinin de buna benzer umulmadık bir suçu olup olmadığını
anlamak için, anılarını düşündü. Geçmişi hemen hemen lekesizdi. Geçmişlerinde
kalan yaşam sayfalarını, pek az kimse ondan daha kaygısız okuyabilirdi. Yaşamı
boyunca birçok küçük suç işlediği olmuş ve bunların utancını duymuştu; ama
tam işleyecekken kendisini sıyırıp kurtardığı birçok suç da onu ürkütüp
akıllandırarak, vicdan erinci vermişti.
Yine önceki konuya döndü ve bir umut ışığı sezdi; "Şu Hyde denen adam, şöyle
bir araştırılsa, kesinlikle bir takım gizleri olan biridir. Hem görünüşünden de
belli ki kötü gizleri olan biri! Öyle gizler ki, zavallı Jekyll'ın en kötü suçları onun
yanında tertemiz kalır. Bu iş böyle sürüp gidemez. Bu herifin bir haydut gibi
Jekyll'ın yatak odasına kadar girdiğini düşünmek bile tüylerimi diken diken
ediyor. Zavallı Harry Jekyll! O ne uyanış! Ne uyanış! Ya bundan doğacak tehlike?
Çünkü, Hyde denen bu herif böyle bir vasiyetnamenin bulunduğunu sezecek
olursa, mirası ele geçirmek için sabırsızlanacağı kesin. Bu işe karışmalıyım. Ah,
Jekyll bana bir izin verse, engel olmasa..." diye düşündü; vasiyetnamenin o
şaşırtıcı tümcelerini bir kez daha, bütün açıklığıyla aklından geçirdi.
DOKTOR JEKYLL'IN GÖNLÜ RAHATTI
On beş gün sonra bir gün, beklenmedik bir raslantıyla, Doktor Jekyll, ülkece
tanınmış, seçkin, zeki, ağzının tadını bilen beş altı arkadaşına, o sıra dışı
şölenlerinden birini verdi. Utterson ne yaptı yaptı, herkes dağıldıktan sonra
geride kaldı. Bu, alışılmadık bir şey değildi; daha önce de konuklar gittikten
sonra orada kaldığı olmuştu. Utterson, bulunduğu çevrede, sevilince adamakıllı
sevilirdi. Ev sahipleri neşeli, geveze konukları yolcu ettikten sonra, bu tok sözlü
noteri alıkoymaktan hoşlanırlardı. Taşkın ve sınırsız bir neşeden sonra onun
gösterişsiz arkadaşlığından yararlanmak ve yalnızlığın tadını çıkarmak üzere, bu
adamın anlamlı dinginliğiyle kafalarını dinlendirmek için, bir süre onunla kalmak
isterlerdi. Dr. Jekyll de öyle yapardı. Şimdi ocağın öbür yanına geçmiş
oturuyordu; elli yaşlarında, iri ve düzgün yapılı bir adamdı. Temiz yüzünden
kurnazlık eksik olmasa da, her konuda yetenek ve iyi yürekliliğin açık bir
belirtisi vardı. Bakışlarından, Utterson'a karşı içten ve candan bir sevgi beslediği
iyice anlaşılıyordu. Noter söze başladı:
- Çoktandır seni görmek istiyordum, Jekyll... Senin şu vasiyetnamen var ya, işte
onunla ilgili olarak.
Yakından biri görse, bu konunun doktorun hoşuna gitmediğini yüzünden hemen
okuyabilirdi. Ama o öyle görünmedi ve elinden geldiğince neşesini bozmadan:
- Zavallı Uttersoncığım! İyi müşteriye çatmadın. Eminim dünyada hiç kimse
vasiyetnamemin seni sıktığı kadar sıkılmamıştır; yalnızca, bilime karşı küfür
saydığı görüşlerime kızan dar kafalı bilgiç Lanyon dışında... Evet biliyorum, iyi
bir dosttur o... Asma suratını... Hem de pek iyi bir dosttur. Her zaman için de
onun arkadaşlığından yararlanmak isterim. Ancak, yine de koyu bir bilgiç
olmaktan kurtulamıyor kısacası... Hem de bilgisiz, farfara bir bilgiç... Ömrümde
beni Lanyon kadar düşkırıklığına uğratan olmamıştır.
Utterson açılan bu yeni konuya kulak asmayarak sözlerini sürdürdü:
- Bilirsin ki ben vasiyetnameni hiç beğenmemiştim.
Doktor biraz sertçe:
- Vasiyetnamem mi?.. Ha... Evet, kuşkusuz biliyorum. Bana bundan, daha önce
de söz etmiştin, dedi.
- Yine söz ediyorum işte. Genç Hyde hakkında bir şeyler öğrendim.
Noterin bu sözü üzerine Dr. Jekyll'ın geniş güzel yüzü sapsarı kesildi, gözleri
gölgelendi:
- Bu konuda daha fazla bir şey öğrenmek istemiyorum. Yanılmıyorsam, bir daha
bu konuya dönmemek için anlaşmıştık, değil mi?
Noter takındığı iğreti bir edayla:
Ama duyduklarım pek çirkin şeyler...
- Bu bir şeyi değiştirmez ki. Durumumu anlamıyorsun. Durumum çok zor,
Utterson. Çok, ama çok garip. Böyle sözle düzeltilemeyecek sorunlardan biri de
benim durumum; anladın mı?
- Jekyll, sen beni bilirsin. Bana güven; gel bana açıl, derdini söyle. Eminim ki
seni kurtarırım.
- Benim altın yürekli Uttersonım. Ne iyisin sen! İşte bu sözün senin yüreğinin ne
kadar temiz olduğunu gösterir. Sana nasıl teşekkür edeceğim bilemiyorum.
Sana tümüyle inanıyorum. Sana herkesten çok, evet, herkesten, kendimden bile
çok güvenim var. Ama gerçekten sorun düşündüğün gibi değil. Düşündüğün gibi
kötü değil; yalnızca iyi yüreğini yatıştırmak için sana bir şey söyleyeceğim,
Utterson. Hyde'dan yakamı, istediğim an sıyırabilirim. Bunun için söz veriyorum.
Sana yeniden teşekkür ederim. Bir şey daha ekleyeyim Utterson, kötüye
yormayacağına eminim... Bu tümüyle benimle ilgili bir sorun; senden
kurcalamamanı rica ediyorum.
Utterson ocaktan gözünü ayırmadan biraz düşündü, sonra:
- Yerden göğe haklı olduğunu görüyorum, diyerek ayağa kalktı.
Doktor konuşmasını sürdürdü:
- Çok iyi; ancak, bu sorunu açtığımıza göre, dilerim ki bir daha artık hiç
dönmeyiz, ama, senin anlamanı istediğim bir nokta var. Gerçekten şu zavallı
Hyde'a karşı pek büyük bir ilgi duyuyorum. Onu gördüğünü biliyorum, bana
kendisi anlattı. Sana kaba davrandığını sanıyorum. Ama, ne olursa olsun o genç
adama karşı ben büyük, pek büyük bir ilgi duyuyorum. Ölecek olursam, onun
biraz nazını çekeceğine ve hakkını koruyacağına söz vermeni istiyorum. Durumu
iyice bilsen, bunun için söz verirsin sanırım. O zaman büyük bir üzüntüden
kurtulmuş olacağım.
Noter:
- Onu seveceğime söz veremem doğrusu, dedi.
Jekyll noterin koluna girerek yalvardı:
- A canım, ben de senden bunu istemiyorum ki. Yalnızca onu korumanı
istiyorum. Ben ölünce hatırım için ona yardımını rica ediyorum. Bu kadar.
Utterson içini çekmekten kendini alamadı:
- Peki, söz veriyorum, dedi.
CAREW CİNAYETİ
Hemen hemen bir yıl sonra, 18** yılının ekiminde, Londra eşi görülmedik bir
cinayetle sarsılmış; öldürülenin yüksek konumdaki bir kişi olması, bu öldürme
olayının önemini artırmıştı. Cinayet konusunda bilinen şeyler sınırlı olmakla
birlikte, olay tüyler ürperticiydi. Thames ırmağına yakın bir evde yalnız başına
oturan bir hizmetçi kadın, saat on bire doğru yatmak üzere yukarıya çıkmıştı.
Gece yarısından sonra kenti yoğun bir sis kaplamış olmasına karşın, bu sabah
alacasında gökyüzü apaçıktı. Hizmetçi kadının penceresinin baktığı yol da, bol
ay ışığı altında pırıl pırıl parlıyordu. Kadın anlaşılan tatlı düşler kuruyordu.
Penceresinin hemen yanı başında bulunan sandığın üstüne oturmuş, düşünceye
dalmıştı. Sonradan (tanık olduğu olayı, seller gibi akan gözyaşlarını
tutamayarak anlatırken) yinelediğine göre, ömründe hiçbir zaman, insanlara
karşı böylesine dostluk, dünyaya karşı böylesine sevgi ve sevecenlik
beslememiş. İşte pencerede böylece otururken yaşlı, kelli felli, ak saçlı bir
adamın yoldan doğru geldiğini görmüş. Önce daha az dikkat ettiği ufak tefek bir
başkası da yaşlı adamı karşılamak üzere ilerliyormuş. Konuşacak kadar
yaklaştıklarında (ki kadının tam penceresinin dibinde karşı karşıya gelmişler)
yaşlısı eğilerek pek kibar bir tavırla ötekine bir şeyler söylemiş. Anlaşılan
söylediği söz pek önemli değilmiş. Çünkü el kol devinimlerinden, bir bakıma
yalnızca yol sorduğu anlaşılıyormuş. Ancak konuşurken ay ışığı adamın yüzüne
vurmuş; kadın olan biteni keyifle izliyormuş; çünkü bu yüzde yaşlılığa özgü bir
sevecenlik ve masumluk bulunuyormuş; bununla birlikte, yerinde bir güvenin
verdiği bir kibarlığı varmış... Birdenbire gözü ötekine takılmış; onun, bir
zamanlar efendisini ziyaret eden, kendisinin hiç hoşlanmadığı Mr. Hyde
olduğunu anlayınca da şaşkınlıktan ağzı açık kalmış. Bu küçük adamın elinde,
sallamakta olduğu kalın bir baston varmış. Hiç yanıt vermeden, kötü niyetli bir
sabırsızlıkla karşısındakini dinler görünüyormuş. Sonra ansızın bir öfke
kasırgasıyla ayağını yere vurarak, bastonunu sallayarak (kadının anlattığı
üzere) tıpkı bir deli gibi saldırmaya başlamış. Yaşlı kibar bey, biraz incinen ve
pek çok şaşırdığını gösteren bir edayla bir adım gerilemiş. Bunun üzerine Hyde,
kudurmuş gibi, yaşlı adamın üzerine saldırarak sopayla onu yere sermiş, zavallı
adamı ayağının altına almış, baston sağanağına tutmuş; bu darbelerin altında
adamın kemiklerinin çatır çatır kırıldığı duyulmuş; ceset yolun üstünde hoplamış
durmuş. Bütün bu gördüklerine ve seslere dayanamayan hizmetçi de
bayılıvermiş.
Kadıncağız kendisine gelip de polise haber verdiği zaman, saat ikiyi bulmuştu.
Katil çoktan savuşmuş, fakat ölen, tanınmayacak bir durumda yolun tam
ortasında serilmiş kalmıştı. Cinayeti işlemek için kullanılan baston pek sıradan
türden olmayan, oldukça sert ve ağır bir ağaçtan yapılmış olmasına karşın, bu
duygusuz gaddarın gücüyle ortasından ikiye bölünmüş, ufak bir parçası yakın
bir hendeğin içine yuvarlanmış, öteki parçasını da katil, belki de yanında
götürmüş. Öldürülen adamın üstünde para cüzdanıyla bir altın saat bulunmuş,
ama üzerinde Mr. Utterson adı ve adres yazılı, belki de postaneye götürmek
üzere olduğu, kapatılıp pullanmış bir zarftan başka hiçbir kimlik ya da kart
bulunmamıştı.
Ertesi sabah bu mektup noter Utterson'a henüz uykudayken getirildi. Mektubu
okuyup olup bitenleri öğrenir öğrenmez, noter işi önemsediğini anlatan ciddî bir
tavır takındı:
-Cesedi görmeden bir şey söyleyemem. Sorun çok önemli olabilir. Giyininceye
dek lütfen bekleyin, dedi. Yüzündeki ciddiliği koruyarak, acele kahvaltı etti.
Arabasıyla, cesedin götürülmüş olduğu polis merkezine gitti. Odaya girer girmez
onaylar gibi başını salladı:
-Evet, dedi, tanıyorum; üzülerek bildireyim ki, bu Sir Danvers Carew'ün cesedi.
Komiser şaşkınlığını yenemeyerek:
-Aman efendim, buna olanak var mı efendim, nasıl olur? dedi; biraz sonra da
meslek hırsıyla gözleri parladı:
- Bu olay epey gürültü koparacak. Sanırım bizden yardımınızı esirgemezsiniz,
dedi. Sonra kısaca, hizmetçi kadının gördüklerini aktararak kırık bastonu
gösterdi.
Utterson, Hyde adını duyar duymaz irkilmişti. Baston da önüne getirilince artık
kuşkusu kalmadı. Kırılmış, parçalanmış olmasına karşın, bunun birkaç yıl önce
kendisinin Jekyll'a armağan ettiği baston olduğunu anlamıştı.
-Hyde denen bu adam, ufak tefek bir şey mi acaba? diye sordu.
Komiser:
-Kadının dediğine göre, pek ufak tefek ve pek cani bakışlı bir adammış... diye
yanıtladı.
Utterson düşündü. Sonra başını kaldırarak:
-Benim arabama gelirseniz, sizi bu adamın evine götürebilirim, dedi.
O zamana dek saat dokuzu bulmuştu. Mevsimin ilk sisi bastırmıştı; koyu boz
renkte kalın bir örtü gökyüzünden aşağı sarkıyordu, esen yel bu buhardan kaleyi
durmadan topa tutuyordu. Araba sokak sokak yol aldıkça, noter tan ışıklarının
eşsiz bir güzellikle boy boy inen renklerine şaşkınlıkla bakıyordu; çünkü bir yer
geliyordu ki gece gibi kapkaranlıktı; sonra, bir başka yer geliyordu ki şaşırtıcı bir
yangın alevi gibi kızıl kahverengi bir ışıkla parıldıyordu. Daha başka bir yerde
de, bir an için sisin iyice dağıldığı, solgun güneş ışığının dalga dalga çelenklerin
arasından geçtiği oluyordu. Bu değişen ışıklar altında kalan pis sokakları,
pasaklı yolcuları ve her gece istilasına uğradıkları karanlığa karşı koymak için
(yakılıp söndürüldükleri hiç görülmeyen) sokak fenerleriyle Soho mahallesi,
notere karabasanda görülmüş bir kent gibi geldi. Hem, aslında aklından
geçirdiği şeyler de tümüyle iç kapayıcı şeylerdi. Arabasındaki arkadaşına bir göz
atınca, sırasında en namuslu insanların bile yakasına yapışan adalet pençesinin
ve onu temsil edenlerin dehşetinden ürperir gibi oldu.
Araba verilen adreste durduğunda, sis biraz yükselmişti. Önlerine pis bir sokak
çıktı. Burada büyük bir meyhane, sıradan bir Fransız aşevi, ıvır zıvır satılan bir
dükkân, iki peniye salata satan bir başka dükkân, kapı önlerinde oynayan
giysileri yırtık pırtık çocuklar, ellerinde anahtar, sabahleyin bir kadehçik içmeye
giden türlü uluslardan kadınlar göze çarpıyordu.
Biraz sonra sis kehribar sarısı rengiyle alçaldı; yolcularla bu pis görüntü arasına
perde oldu. Geldikleri yer, Harry Jekyll'ın gözbebeğinin, çeyrek milyon sterlin
mirasa konacak olan adamın eviydi.
Sarı benizli, kır saçlı, yaşlı bir kadın kapıyı açtı. Kadının ikiyüzlülüğü kötü
bakışlarından okunuyordu; ama haline ve tavrına diyecek yoktu. "Evet, burası
Mr. Hyde'ın evidir; ama kendisi evde yok," dedi. O gece eve pek geç uğramış, bir
saatten de az kaldıktan sonra yeniden çıkmıştı. Bunda şaşılacak bir şey yoktu.
Aslında pek belli alışkanlıkları yokmuş. Çoğu kez evde bulunmazmış. Örneğin,
düne dek hemen hemen iki aydan beri, kadın onu görmemişti.
Noter:
- İyi, güzel; öyleyse onun odasını görmek istiyoruz, dedi.
Kadın karşı çıkınca, noter:
- Bu beyin kim olduğunu size söylemem iyi olur, dedi, bu bey, Scotland Yard'ın
polis müfettişlerinden Newcomen'dir.
Kadının yüzünde çirkin bir sevinç ışıltısı belirdi:
-Ya... Öyleyse bir belaya çatmış olmalı. Acaba ne yapmış ki? dedi.
Noterle polis müfettişi bakıştılar. Müfettiş:
-Bu adam pek sayılıp sevilen biri değil sanırım... dedi ve kadına döndü:
-Şimdi kadınım, bu beyle birlikte şöyle çevreye göz gezdirmemize bir izin ver
bakalım.. dedi.
Hyde, bu kadın da olmasa bomboş kalacak olan evin ancak iki odasını
kullanıyordu; ama bunlar zevk ve özenle döşenmişti. İçi şarap şişeleriyle dolu
bir dolap, gümüşten sofra takımı, şık masa örtüleri, duvarda (Utterson'ın
tahminine göre) sanattan anlayan Jekyll'ın armağan ettiği güzel bir resim vardı.
Halılar güzel renklerle bezeliydi. Ama o sırada bu odalar, az önce ve ivedilikle
talana uğramış gibi görünüyordu. Giysiler cepleri tersine çevrilmiş bir durumda
yerdeydi; çekmeceler açık duruyordu. Ocakta da sanki birçok kâğıt yakılmış gibi
yığınla kül vardı. Müfettiş, korların arasından, nasılsa yanmadan kalmış yeşil
kaplı bir çek defteri koçanını bulup çıkardı. Bastonun öteki parçası da kapının
arkasında bulundu. Bu kuşkularını doğrulayıcı bir ipucu olduğundan, müfettiş
pek geniş bir soluk aldı. Bankaya gidip de katilin hesabında binlerce sterlinin
yatmakta olduğunu görünce, artık iyice emin olundu. Müfettiş Utterson'a
dönerek:
- Onun avucumun içinde olduğuna güvenebilirsiniz. Sanırım çıldırmış olmalı.
Yoksa bu baston parçasını asla bırakmaz, hele çek defterini kesinlikle yakmazdı.
Çünkü bu adam paraya tapıyor. Onu bankada bekleyerek kayıtları çıkarmaktan
başka yapacak bir şey yok, dedi.
Bununla birlikte senetlerini ele geçirmek pek de kolay yapılabilecek bir iş
değildi; çünkü Hyde bankaya pek az tanıdık adı vermişti. Dahası, o hizmetçi
kadının efendisi de kendisini ancak iki kez görmüştü. Ailesinin izini bulmak
olanaksızdı. Hiç resim çektirmemişti. Onu tanımlayabilen birkaç kişi de, bu gibi
durumlarda her zaman olduğu gibi, farklı şeyler söylüyorlardı. Yalnızca tek bir
noktada birleşiyorlardı: O da, kaçan adamın, görenleri etki altında bırakan, o
akıllardan çıkmaz, o anlatılmaz çarpıklığıydı.
MEKTUP SORUNU
O gün ikindi vakti, Utterson Dr. Jekyll'a gittiği zaman, Poole kendisini hemen
kapıda karşıladı. Mutfaktan, bir zamanlar bahçe olarak kullanılan bir avlu
içinden geçirerek, evde kimi zaman laboratuvar, kimi zaman da otopsi odaları
diye anılan yapıya götürdü. Doktor bu evi tanınmış bir operatörün vârislerinden
satın almıştı. Kendisi otopsiden çok kimyasal işlerden hoşlandığı için, bahçenin
dibindeki yapının niteliğini değiştirmişti. Utterson, arkadaşının evinin bu
bölümüne ilk kez kabul ediliyordu. Zindana benzeyen penceresiz yapıya merakla
bakıyordu. Şimdi ıssız olan, bir zamanlar hevesli öğrencilerin doldurduğu
amfiden geçerken, çevresine, kimya gereçleriyle dolu masalara, öteye beriye
atılmış ambalaj sandıklarına ve bu sandıklardan dökülmüş samanlara baktı. Sisli
kubbeden donuk bir ışık geliyordu. Daha dipte, birkaç basamak merdivenle kaba
al bir çuha kaplanmış bir kapıya çıkılıyordu. Sonunda, Utterson bu kapıdan
doktorun muayenehanesine girdi. Burası, duvarları vitrinlerle kaplı, ayrıca bir
boy aynası ve bir çalışma masasıyla döşenmiş geniş bir odaydı. Demir
parmaklıklı, tozlu üç pencere avluya bakıyordu. Ocakta ateş yanıyordu.
Şöminenin üstüne bir lamba koymuşlardı, çünkü sis evlerin içine bile işlemişti.
Burada, ocağa yakın bir yerde Dr. Jekyll oturuyor, çok hasta görünüyordu.
Konuğunu karşılamak için ayağa kalkamadı, ama soğuk bir tavırla elini uzatarak
değişik bir sesle, "Hoş geldin," dedi.
Poole onları yalnız bırakır bırakmaz, Utterson:
- Olanları duydun, değil mi? dedi.
Doktor ürperdi:
- Alanda gazete satanlar bağırışıyorlardı. Yemek odamdan işittim, dedi.
Noter:
- Birşey daha söyleyeyim; Carew benim müşterimdi. Sen de öyle. Ne yaptığımı
bilmek isterim. Sanırım bu herifi gizleyecek kadar çıldırmadın, ha? dedi.
Doktor haykırarak:
- Utterson, sana yemin ederim ki onu bir daha hiç görmeyeceğim. Onurum
üzerine yemin ederim ki bu dünyada onunla bir ilgim kalmadı. Her şey bitti
artık. Hem, aslında onun benim yardımıma da gereksinmesi yok. Sen onu benim
tanıdığım denli tanımıyorsun. Şimdi kimseye zarar veremez artık. Hiç kimseye...
Beni iyi dinle; bundan sonra ondan söz edildiğini duymayacaksın.
Noter onu üzgün bir tavırla dinledi. Arkadaşının telaşlı tavrı hoşuna gitmemişti:
- Ondan pek emin görünüyorsun. Ben de senin hatırın için inanıyorum buna...
dilerim yanılmıyorsundur. Bu konu mahkemeye düşerse, senin adın da geçebilir.
Jekyll:
- Ondan eminim, hem de çok. Bu konuda kesin kanıtlarım var, ama bunları
başkasına söyleyemem. Ancak sen bana bir konuda yol gösterebilirsin... Bir
mektup aldım. Ama bunu polise göstereyim mi, göstermeyeyim mi, bir türlü
kestiremiyorum. Şaşkına döndüm. Bu mektubu sana, senin eline teslim etmek
isterdim. Utterson, senin yerinde bir yargıya varacağına eminim. Sana çok
güvenim var, diye yanıt verdi.
Noter:
- Sanırım bu mektubun, onun yakalanmasına yol açacağından korkuyorsun?
dedi.
- Yoo, yoo... Hyde'ın başına geleceklerden kaygılandığımı söyleyemem. Onunla
tümüyle ilgimi kestim. Ben, asıl bu kötü işin benim adımı açığa çıkaracağını
düşünüyorum, dedi.
Utterson şöyle bir durakladı; dostunun bencilliğine şaşırmakla birlikte, bu
sözleri üzerine biraz yatışır gibi olmuştu. En sonunda:
- Eh, şu mektubu göreyim öyleyse... dedi.
Mektup garip ve dik bir elyazısıyla yazılmış, altına da Edward Hyde imzası
atılmıştı. Mektupta özetle şunlar söyleniyordu: İmza sahibine uzun süre
cömertlik gösteren, karşılık olarak da nankörlük bulan velinimeti Dr. Jekyll,
kendisini kurtarma konusunda hiçbir kaygıya düşmemelidir. Kaçmak için
güvendiği kendi olanakları vardır.
Bu mektup noterin oldukça hoşuna gitti; mektup, ikisi arasındaki yakın
dostluğun, kendisinin korktuğundan daha olumlu bir nitelikte olduğunu
gösteriyordu. Noter, eski kuşkularından dolayı utandı.
- Zarf sende mi? diye sordu.
Jekyll:
- Yaktım... sonunun nereye varacağını bilmediğim için yaktım. Ama, zarfın
üzerinde hiçbir posta damgası yoktu. Mektup elden gelmişti, dedi.
Noter:
- Bu gece daha iyi düşünebilmek için, mektup yarına dek bende kalabilir mi, ne
dersin Jekyll? diye sordu.
Doktor:
- Benim için kararı sen ver; çünkü kendi kendime güvenim kalmadı artık, dedi.
Noter:
- Peki düşünürüm. Bir şey daha sorayım: sana ortadan yitmek konusundaki
maddeyi vasiyetnamene koyduran, Hyde mıydı? diye sordu,
Doktor bayılacak gibi oldu. Ağzını sımsıkı kapadı, başıyla onayladı.
Utterson:
- Anlamıştım. dedi, seni öldürmek istiyordu; iyi kurtuldun.
Doktor ağır ağır:
- Bence çok daha önemli bir sonuç elde ettim. Bir ders aldım. Aman tanrım...
Hem de ne ders! Utterson, bir bilsen, dedi ve bir an için elleriyle yüzünü kapadı.
Noter, doktordan ayrıldıktan sonra, bir süre Poole ile ayak üstü lafladı:
- Ha! Kuzum, bugün elden bir mektup gelmiş. Mektubu getiren nasıl bir adamdı?
Poole postayla gelenlerden başka hiçbir şey gelmediğinden emindi:
- O gelenler de yalnızca reklam için yollanan türden mektuplardı, dedi.
Noter bu haberle yeniden kaygılanarak oradan uzaklaştı. Mektubun laboratuvar
kapısından geldiği belliydi. Belki de muayenehanede yazılmıştı. Eğer orada
yazıldıysa, mektup konusunda başka türlü bir yargıya varmak, daha sakınarak
davranmak gerekirdi. Yolda giderken gazeteci çocuklar yaya kaldırımlarında acı
acı bağırıyorlardı: "İkinci baskı... yazıyooor... Bir milletvekilinin tüyler ürperten
ölümünü yazıyooor." Bu çığlıklar, bir dostun ve bir müşterinin ağıtıydı sanki.
Noter bu rezaletin anaforuna bir başka temiz adın daha sürükleneceğini
kaygıyla düşünmekten kendisini alamadı. Vermek zorunda olduğu karar,
tehlikeli sonuçlar doğurabilirdi. Yaratılışı dolayısıyla kendisine güveni olmasına
karşın, içinde başkalarına da danışma isteği uyandı. Doğrudan doğruya
düşüncesi alınacak pek kimse yoktu, ama belki de aranırsa bulunurdu.
Çok geçmeden evine vardı. Ocağının bir başına kendisi, bir başına da
başyazmanı Guest oturmuştu. İkisinin tam ortasında da ateşin etkileyemeyeceği
bir uzaklıkta, evinin mahzeninde güneş görmeden yıllanmış özel bir şarap şişesi
duruyordu. Sokak fenerleri, iyice kapladığı kentin üstünde hâlâ uyuyan sisin
içinden, göz göz parıldıyordu. Aşağı inmiş bu bulut yığınları içinde, kentteki
yaşamın, güçlü bir yelin sesine benzer bir uğultuyla, ana caddelerden akıp
geçtiği hâlâ duyuluyordu. Ocaktan gelen ışık, odayı şenlendirmişti. Şişedeki
asitler çoktan erimiş, şarabın o göz alıcı rengi, tıpkı renkli camlarda gittikçe
koyulaşan renkler gibi zamanla tatlılaşmıştı. Yamaçlardaki bağların üstüne
düşen sıcak sonbahar güneşi yayılmaya ve Londra sisini dağıtmaya hazır
bekliyordu. Noter, ayrımına varmaksızın yumuşamıştı. Guest, kendisinden en az
sır sakladığı insandı. Kimi zaman, ona gereğinden çok sır verip vermediğini
düşündüğü bile olurdu. Guest çoğu kez iş için Doktor Jekyll'a gitmişti; Poole'u
da tanıyordu; Hyde'ın o evle ilgisini de duymamış olamazdı; üstelik, kendisince
kimi yargılara da varmış olabilirdi. Öyleyse, bu sırrı açığa vuracak olan mektubu
kendisine göstermekte bir sakınca yoktu. Kaldı ki Guest, yetenekli bir el yazısı
uzmanıydı; bu yönde atılacak bir adımı doğal ve yararlı bulmaz mıydı? Üstelik
başyazman, iyi düşünen bir adamdı; böyle bir belgeyi okuyup da bir yargıya
varmaması mümkün değildi. Onun söyleyecekleri de Utterson'ın bundan sonra
tutacağı yola bir yön verebilirdi.
- Bu sir Danvers sorunu da pek acıklı bir şey, dedi.
Guest yanıt olarak:
- Gerçekten öyle efendim, dedi. Herkesi pek üzdü. Sanırım, adam çıldırmıştı.
Utterson:
- Bu konuda düşündüklerinizi öğrenmek isterim, dedi, burada onun el yazısıyla
yazılmış bir mektup var; aramızda kalsın, çünkü bununla ne yapacağımı henüz
kestiremiyorum. En hafif deyişle çirkin bir şey. Buyurun işte, tam size göre bir
iş. Bir katilin el yazısı.
Guest'in gözleri parladı. Hemen oturarak merakla mektubu incelemeye koyuldu.
- Hayır efendim, bu adam çıldırmış değil, dedi, ama bu şaşırtıcı bir el yazısı.
Noter:
- Söylenenlere bakılırsa, bunu yazan da çok garip bir adammış, dedi.
Tam o sırada, elinde bir kâğıtla hizmetçi içeri girdi.
Başyazman:
-Bu doktor Jekyll'dan mı, efendim? diye sordu, yazı yabancı gelmedi de. Özel mi
acaba?
- Yalnızca yemeğe çağırdığını yazıyor. Niçin sordunuz? Yoksa görmek mi
istiyorsunuz?
- Bir dakika izin verin... sağolun efendim.
Başyazman her iki kâğıdı yanyana koydu, yazıları büyük bir dikkatle
karşılaştırmaya başladı. Sonra ikisini de geri vererek:
- Sağolun efendim. Gerçekten çok ilginç bir el yazısı, dedi.
Bir an sustular. Utterson'ın aklı karışmıştı; bir dakika sessizlikten sonra
birdenbire:
- Guest, bunları karşılaştırmaya niçin gerek duydunuz? diye sordu.
- Efendim, aralarında şaşırtıcı bir benzerlik var da. İki mektuptaki yazı da,
birçok bakımdan aynı. Yalnızca harflerin yana yatıklığı bakımından değişiklik
gösteriyor.
- Pek tuhaf.
Guest:
- Buyurduğunuz gibi oldukça tuhaf efendim, dedi.
- Aramızda kalsın, olur mu?
Başyazman:
- Elbette efendim, anladım, dedi.
Ama Utterson o gece yalnız kalır kalmaz yazıyı o günden sonra bir daha
çıkarmamak üzere kasasına kilitledi. "Harry Jekyll bir katil için sahtekârlık
yapsın ha!" diye düşünüyor, damarlarındaki kanın donduğunu duyar gibi
oluyordu.
DOKTOR LANYON'IN BAŞINDAN
GEÇEN ŞAŞIRTICI OLAY
Zaman durmadan ilerliyordu; Sir Danvers'in ölümü herkeste büyük bir nefret
uyandırdığından, katili bulana bin sterlin ödül verileceği duyurulmuştu; ancak
Hyde, sanki bu dünyaya hiç gelmemiş gibi polisin gözü önünden yok oluvermişti.
Gerçi geçmişiyle ilgili pek çok şey ortaya çıkarılmış, hepsinin de yüz kızartacak
şeyler olduğu anlaşılmıştı: Bu adamın hiç aldırış etmeksizin büyük bir hırsla
işlediği suçlarla, aşağılık yaşamıyla, garip dostlarıyla, işlediği suçlara duyulan
genel nefretle ilgili birçok söylenti dolaşıyordu; ama onun şimdi nerede
bulunduğunu bilen yoktu. Cinayet sabahı Soho'daki evinden çıktıktan sonra izi
kaybolmuştu. Zaman ilerledikçe Utterson'ın kaygısı gitgide hafiflemiş, dinmişti.
Kendi düşüncesine göre Hyde'ın ortadan yok oluşu, sir Danvers'in ölümünden
daha çok ilgi çekmişti; öyle ki, şimdi o kötü etki ortadan kalkmış, Doktor Jekyll
için de yeni bir yaşam başlamıştı. Yalnızlıktan vazgeçmiş, dostlarıyla yeniden
yakınlaşmış, yeniden candan arkadaş olmuştu; onlarla sık sık buluşuyor ya da
onları evinde ağırlıyordu. Eskiden beri yoksullara yardım etmekle tanınmıştı.
Şimdi artık dindarlıkta da geri kalmadığı dikkati çekiyordu. İşiyle uğraşıyordu.
Çoğu zamanını açık havada geçiriyordu. Herkese iyilik ediyordu. Yüzüne
başkalarına hizmet etmekten duyduğu sevincin ışığı yansımıştı. Böylece doktor,
iki aydan uzu bir süre, dinginlik içinde yaşadı.
8 Ocakta Utterson, birkaç kişiyle birlikte doktorun evinde yemek yemişti.
Lanyon da oradaydı. Ev sahibinin gözleri, tıpkı içtikleri su ayrı gitmeyen üç
arkadaş olarak geçirdikleri günlerde olduğu gibi, bir Utterson'ın, bir Lanyon'un
üzerinde dolaşıyordu. Sonra ayın 12'sinde ve yine 14'ünde kapı noterin yüzüne
kapanıverdi. Poole, doktorun, evinden çıkmadığını ve kimseyle görüşmediğini
söyledi. Noter, ayın 15'inde yine doktoru ziyaret etmeyi denedi, yine kabul
edilmedi. Son iki ay içinde arkadaşlarını hemen her gün görmeye alışmış
olduğundan, bu kapanış ona ağır geldi. Beşinci gece kendisine akşam yemeğine
Guest gelmişti. Altıncı gece de doktor Lanyon'a gitti.
Burada hiç değilse yüzüne kapanan bir kapıyla karşılaşmadı; ama içeriye girince
de doktor Lanyon'da gördüğü değişiklik onu pek kötü sarstı. Yüzünden açıkça
ölümünün yakın olduğu okunuyordu. O kanlı canlı adam sapsarı kesilmiş, bir
deri bir kemik kalmış, saçları daha çok dökülmüş, sanki çökmüştü; ama noterin
dikkatini asıl çeken, onun vücudundaki bu ani düşkünlük belirtileri değildi; asıl,
beyninin derinliğinde yer ettiği belli olan korkunun gözlerindeki yansımasıydı.
Doktor ölümden korkmayan bir adamdı; bununla birlikte Utterson'da ölümden
korktuğu kuşkusunu uyandırdı. "Evet," diye düşündü, "bu adam bir doktordur,
kendi durumunu ve günlerinin sayılı olduğunu biliyor olmalı. Bu da onun
dayanma gücünü aşıyor sanırım." Bununla birlikte, Utterson kendisine iyi
görünmediğini söylediğinde, Lanyon soğukkanlılığını hiç bozmadan, kendisinin
ölmek üzere olduğunu söyledi:
- Pek kötü sarsıldım. Bir daha da iyi olamam artık. Birkaç haftalık ömrüm kaldı.
Eh, iyi yaşadım; yaşamın tadını çıkardım; benim için zevkli bir şeydi. Yaşamayı
severdim. Düşünüyorum da, her şeye aklımız erseydi, bir an önce kurtulmaya
can atardık derim.
Utterson:
- Jekyll da hasta. Onu gördüğün var mı? diye sordu.
Lanyon'ın yüzü değişti, titreyen elini kaldırarak yüksek ve heyecanlı bir sesle:
- Doktor Jekyll'ı artık ne görmek, ne de işitmek isterim... Onunla bir ilgim
kalmadı. Çok rica ederim, artık bence ölmüş sayılan bir adamın adını benim
yanımda anma, dedi.
Utterson:
- Yok canım; deme yahu!
Ve bir süre sustuktan sonra:
- Bir yardımım dokunabilir mi acaba? diye sordu. Biz üçümüz ne zamandır bir
sacayağıyız, Lanyon. Yeniden böyle bir dostluk kurmaya ömrümüz yetmez.
Lanyon:
- Yapılacak hiçbir şey yok. Bunu ondan, kendisinden sor, dedi.
- Beni evine kabul etmiyor ki.
- Buna şaşırmadım, dedi Lanyon; Utterson, belki bir gün ben öbür dünyaya
göçtükten sonra bu konunun doğruluğunu ya da eğriliğini öğrenirsin. Ben sana
anlatamayacağım. Şunu söyleyeyim, benimle şuradan buradan konuşacaksan,
Tanrı aşkına otur görüşelim; yok, bu belalı sorundan konuşmadan rahat
edemeyeceksen, ne olur git; git, çünkü dayanamayacağım artık...
Utterson evine döner dönmez, Jekyll'a eve alınmadığından yakınan ve Lanyon
ile aralarının neden açıldığını soran bir mektup yazdı. Ertesi gün ona birçok
yerleri pek dokunaklı, tek tük yerleri de karanlık, anlaşılmaz ve uzun bir yanıt
geldi. Lanyon ile aralarında geçen atışmayı çözümlemek olanaksızdı. Jekyll
mektubunda, "Eski dostumuzu kınamıyorum; ama artık bir daha hiç
görüşmemek konusundaki düşüncesine katılırım. Şimdiden sonra yalnızlığa
gömülerek yaşamaya karar verdim. Kapım, senin yüzüne bile kapansa, buna
şaşmamalı ve dostluğumdan kuşku duymamalısın. Bırak beni, kendi tuttuğum
karanlık yolda gideyim. Adını anamayacağım bir tehlikeye başımı soktum ve
cezalandırıldım. Suçluların başı olduğum gibi, acı çekenlerin de başı sayılırım.
Dünyanın, insanı böylesine insanlıktan çıkaracak dehşetler ve acılarla dolu bir
yer olduğunu düşünmemiştim. Utterson, sırtımdaki bu ağır yükü hafifletmek için
tek bir şey yapabilirsin; o da suskunluğuma saygı göstermendir," diyordu.
Utterson pek şaşırmıştı. Hyde'ın o uğursuz etkisi unutulmuş, doktor görevine,
dostlarının arasına dönmüştü. Bir hafta önceye kadar her şey iyi görünüyor,
doktorun mutlu ve onurlu bir ömür süreceği umudunu veriyordu. Oysa şimdi, bir
an içinde dostluğu, iç erinci ve bütün yaşamı altüst olmuştu. Böylesine büyük,
beklenmedik bir değişiklik çılgınlık belirtisiydi. Ama, Lanyon'ın davranışına ve
sözlerine bakılırsa, bu sorunun daha derin bir niteliği olduğu anlaşılıyordu.
Bir hafta sonra Lanyon yatağa düştü, on beş güne varmadan da toprağa girdi.
Kendisini üzen cenaze töreninden sonra Utterson işyerinin kapısını kilitledi.
Mumun üzünçlü ışığı altına oturarak ölen dostunun, kendisine yazdığı ve
mühürlediği zarfı çıkarıp önüne koydu. Üzerine iri harflerle "Özeldir.
J.Utterson'dan başka kimse okuyamaz. Kendisi benden önce ölürse okunmadan
yok edilmelidir" yazılıydı. Noter zarfın içine bakmaktan korkuyordu.
"Bugün bir arkadaşı toprağa gömdük. Bu sorun öteki arkadaşımı yitirmeme de
yol açarsa ne yaparım?" diye düşündü. Sonra yüreğindeki bu korkuyu ihanete
benzetip çirkin buldu. Zarfı yırttı. İçinden, aynı biçimde mühürlenmiş bir zarf
daha çıktı; kapağında "Doktor Harry Jekyll'ın ölümüne ya da ortadan yitmesine
değin açılmaması" sözcükleri yazılıydı. Utterson gözlerine inanamıyordu. Evet,
yazılı olan sözcüklerden ikisi, "ortadan yitmesine"ydi. Sahibine çoktan geri
verdiği o çılgın vasiyetnamede olduğu gibi, burada da Harry Jekyll'ın adı yitmek
sözcüğüyle birlikte anılıyordu. Ancak vasiyetnamede bu düşünce, Hyde denen
herifin o uğursuz önerisinden çıkmış; apaçık bir maksatla ve bütün dehşetiyle
vasiyetnameye yerleşmişti. Ama Lanyon'ın eliyle yazılmış olması... bu ne
demekti acaba? Noteri büyük bir merak aldı. Zarfın üzerindeki, ölümden ya da
yitimden önce açılmaması uyarısına aldırmadan bu gizin derinliğine hemen
dalmayı düşündü. Ancak meslek onuru ve ölmüş bir arkadaşına karşı duyduğu
bağlılık, ona büyük zorunluklar yüklüyordu. Onun için elindeki paket özel
kasasının en dibinde gizli kaldı.
Merakı, bir boğmak vardır, bir de yenmek. O günden sonra Utterson'ın yaşayan
arkadaşının dostluğunu eski hevesle aramış olması kuşkuludur. Onun için pek
kötü bir şey düşünmüyordu. Fakat düşüncelerinde dinginlik değil korku vardı.
Gerçi gidip ona uğruyordu, ama kabul edilmeyince de içi rahatlamıyor değildi.
Belki içinden, o gönüllü tutsaklık evine kabul edilerek bu evin o garip yalnızıyla
oturup konuşmaktansa, kentin gürültüsü ve havası içinde, kapı eşiğinde Poole
ile ayak üzeri görüşmeyi yeğliyordu. Gerçi Poole'un haberleri pek de hoş değildi.
Anlattığına göre, doktor laboratuvarın üstündeki muayene odasına şimdi
eskisinden daha çok kapanıyor; dahası, kimi geceler orada uyuyordu. Düşkün
görünüyordu. Pek sessizleşmişti; okumuyordu. Kafasına bir şey saplanmış
gibiydi. Utterson her seferinde aynı haberleri almaya öyle alıştı ki, ziyaretlerini
gitgide seyrekleştirdi.
PENCEREDEKİ OLAY
Bir pazar günü Utterson, akrabası Enfield ile her zamanki gezintilerinden birine
çıkmıştı. Yolları yine o arka sokağa düştü. Kapının önüne geldiklerinde, ikisi de
bakmak üzere durdular. Enfield:
- Eh... hiç değilse bu öykünün sonu geldi. Artık Hyde'ı bir daha görmeyeceğiz,
dedi. Utterson:
- Umarım görmeyiz. Onu bir kez gördüğümü ve duyduğun nefret duygusunu
aynen benim de duyduğumu sana hiç söylemiş miydim? dedi.
- Canım, onu görüp de nefret etmemek olanaksız bir şey. Buranın doktor
Jekyll'ların arka kapısı olduğunu bilmediğim için beni kimbilir ne budala
sanmışsındır? Bunu yine senin dikkatsizliğin sayesinde anladım.
- Ya... Demek bunu anladın, ha? Öyleyse avluya girelim de, pencerelere şöyle bir
göz atalım. Doğrusu zavallı Jekyll'ı merak ediyorum. Dışardan da olsa bir
yakınının varlığı ona yararlı olur belki.
Göğü hâlâ aydınlatan akşam güneşine karşın, avlu çok serin, biraz nemli ve
karanlıkçaydı. Üç pencereden ortadaki, yarıya kadar açıktı. Utterson bu
pencerede, avutulamaz bir mahpus gibi, son derece üzgün bir yüzle oturan
arkadaşı doktor Jekyll'ı gördü:
- A, Jekyll, sensin ha? Daha iyisin ya?
Doktor bitkin ve üzgün yanıtladı:
- Pek bitkinim, Utterson, pek kötüyüm. Tanrıya şükür ki çok sürmeyecek.
Noter:
- Hiç evden dışarı çıkmıyorsun ki... dedi. Enfield ile benim gibi biraz dışarı çıkıp
hava almalısın ki kanın damarlarında akmaya başlasın. Tanıştırayım, dayımın
oğlu Enfield; Dr. Jekyll. Haydi gel; şapkanı al da şöyle bir dolaşalım.
Jekyll içini çekerek:
- Beni düşündüğün için eksik olma. Çok isterdim ama, hayır, hayır, hayır.
Olanaksız bu. Çıkmayı göze alamıyorum. Ama Utterson, seni gördüğüme
gerçekten çok sevindim. Benim için bu büyük bir zevk. Sana ve Mr. Enfield'a
yukarı buyurun diyecektim, ama burası hiç uygun bir yer değil, dedi.
Utterson yumuşaklıkla:
- Eh! ne yapalım. Biz de burada kalır, aşağıdan, olduğumuz yerden seninle biraz
görüşürüz, dedi.
Doktor gülümseyerek:
- Ben de bunu söylemek cüretinde bulunacaktım, dedi.
Sözleri bitmeden gülümsemesi silindi, yüzünü aşağıdaki iki adamın kanını
donduracak kadar ürkütücü bir korku ve umutsuzluk kapladı. Bunu ancak bir an
görebildiler, çünkü pencere birdenbire kapatılmıştı. Ama bu görüş yetmişti.
Hiçbir şey konuşmadan ikisi de avludan ayrıldılar, arka sokağı da konuşmadan
geçtiler. Yakınlarında bulunan caddeye dek böylece yürüdüler. Sonunda
Utterson dönerek, pazar günü olmasına karşın hâlâ bir kaynaşma içindeki
caddede arkadaşına baktı. İkisinin de benzi solmuştu. İkisinin de gözlerinde
aynı korku vardı. Utterson:
-Tanrım kusurumuzu bağışla, kusurumuzu bağışla, Tanrım, dedi.
Enfield ağır ağır başını salladı, sonra yeniden hiç konuşmadan yollarına
koyuldular.
SON GECE
Utterson bir akşam, yemekten sonra ocak başında oturuyordu. Tam bu sırada
Poole geldi. Onun bu ziyareti noteri şaşırtmıştı:
- Hayrola Poole, ne haber? diye haykırdı, sonra, adamın yüzüne bir daha
bakarak:
- Neyin var? Doktor hasta mı yoksa? diye sordu.
Uşak:
- Efendim, durum kötü, dedi.
- Otur bakalım, al sana bir bardak da şarap. Şöyle bir dinlen, sonra ne istediğini
bana açıkça anlat.
- Doktorun durumunu, kendi isteğiyle nasıl bir tutuklu gibi yaşadığını
biliyorsunuz efendim. Yine kapandı muayenehanesine. Durumu hiç
beğenmiyorum; elimden gelse, onun için canımı veririm... Mr. Utterson, efendim,
ben... ben korkuyorum.
Noter:
- Söyle bakalım oğlum, açık konuş. Neden korkuyorsun?
Poole bu soruya aldırmaksızın:
- Korkuyorum efendim, bir haftadan beri korkuyorum. Artık dayanamayacağım,
diye yineledi.
Adamın davranışlarından söylediklerinin doğru olduğu açıkça anlaşılıyordu.
Daha da kötüledi sonra. Poole korkusunu açıklarken bir kez notere yüzünü
kaldırmış, ama ondan sonra bir daha bakmamıştı. Şimdi bir yudum bile içmediği
şarap kadehini dizine dayamış, gözleri odanın bir köşesine mıhlanmış kalmıştı.
- Artık dayanamıyorum, efendim... diye yineledi.
Noter:
- Haydi bakalım Poole, bir derdin olduğu belli. Ortada çok kaygılanmayı
gerektirecek bir şey bulunduğu kesin. Bana bunu anlatmaya çalış, haydi.
Poole boğuk boğuk:
- Ortada kötü bir oyun dönüyor sanırım, dedi.
Utterson:
- Ne kötü oyunu ? Ne diyorsun sen! diye bağırdı.
Noteri iyiden iyiye korku almıştı, onun için de telâşlanmaya başlıyordu:
- Ne kötü oyunu bu yahu; ne diyorsun be adam?
- Söylemeye dilim varmıyor ki efendim, ama benimle birlikte eve buyurup da
kendi gözünüzle görmek ister misiniz?
Utterson'un bu soruya yanıtı, yalnızca yerinden kalkarak şapka ve paltosunu
almak oldu. Bu yaptığının, uşağın içini nasıl rahatlattığını yüzünden anlayınca
şaşırdı; sonra, elindeki şarap kadehini ağzına sürmeden masaya bırakıp
peşinden geldiğini görünce şaşkınlığı büsbütün arttı.
Rüzgârlı, soğuk, tam bir mart gecesiydi. Dolunay, uçan saydam bir tüy yığınına
benziyordu; sert rüzgâr konuşmayı güçleştiriyor, yüzü kamçılıyordu. Sokaklarda
kimseler yoktu. Utterson, Londra'nın bu bölgesinin böyle ıssızlaştığını ilk kez
görüyordu. Gönlü, sokakların yeniden insanlarla dolu olmasını istiyordu.
İnsanların arasında olmak, onlara dokunmak isteğini, hiçbir zaman böylesine
derinden duymamıştı. Çünkü bütün çabasına karşın, içine ezici bir tehlikenin
yaklaşmakta olduğu korkusu düşmüştü. Alana ulaştıklarında, orasının rüzgârdan
toz duman içinde olduğunu gördüler. Bahçedeki fidanlar da rüzgârın etkisiyle
parmaklıklara çarpıyordu. Yolda bir iki adım ilerde giden Poole, kaldırımın
ortasında birdenbire durarak sert havaya karşın şapkasını çıkardı, kırmızı bir
mendille alnını sildi. Hızlı yürümesine karşın, alnından sildiği şey yorgunluk teri
değil, içindeki boğucu acının nemiydi. Çünkü yüzü bembeyaz kesilmişti;
konuşurken sesi boğuk ve kısıktı:
- Eh, işte geldik efendim. Tanrı bir kötülükten korusun.
- Ben de onu dilerim, Poole, ben de!
Bunun üzerine uşak usulca kapıya vurdu; kapı, zinciri çıkarılmadan
aralandı.İçerden biri, sert ve kısık bir sesle:
- Sen misin, Poole? diye sordu.
- Evet evet, kapıyı aç.
İçeri girdiler. Evin girişi pek aydınlıktı. Ateş iyice yanmış, ocak başında kadın-
erkek evin bütün hizmetçileri uşakları koyun sürüsü gibi karmakarışık
toplanmışlardı. Utterson'ı görünce hizmetçi kız sinirinden hafif hafif ağlamaya
başladı.
Aşçı kadın:
- Tanrım çok şükür, Mr. Utterson geldi, diyerek, sanki onu kucaklayacakmış gibi
koştu. Noter ters ters:
- Allah allah, ne diye buraya böyle toplandınız bakayım? diye söylendi; ne biçim
iş bu? Hiç yakışık almıyor doğrusu. Efendiniz görseydi kimbilir ne kızardı size...
Poole:
- Hepsi de korkuyor... ondan efendim, dedi.
Bunu şaşkınlık anlatan bir sessizlik izledi. Başka ses çıkaran olmadı; içlerinden
yalnızca hizmetçi kız hüngür hüngür ağlamaya başladı. Poole, kendisinin de çok
sinirli olduğunu belli eden bir sesle ona:
- Kes sesini!.. dedi. Gerçekten kızcağız öyle birdenbire ağlamaya başlayınca
hepsi irkilmişler, bir şey bekler gibi yüzlerini dehşetle iç kapıya doğru
çevirmişlerdi. Uşak aşçı yamağına dönerek:
- Bana bak oğlum, bana bir şamdan veriver. İşi hemen hallederiz, dedi.
Utterson'a kendisini izlemesini rica etti ve arka bahçeye çıkan yolu tuttu:
- Efendim, siz olabildiğince yavaş gelin. Duyulmanızı değil, duymanızı istiyorum.
Dikkat edin; sizi içeriye almak isterse, sakın girmeyin.
Utterson'ın hiç beklemediği bu sözler dengesini bozacak denli sarstı onu, ama
yine kendisini toparladı. Uşağı, laboratuvar bölümünden, şişe, sepet döküntüleri
bulunan ameliyat amfisinden geçerek, merdivenin ucuna dek izledi. Burada,
Poole, notere, bir yana çekilerek kulak kabartmasını işaretle anlattı. Kendisi de
şamdanı yere bıraktı ve ne olursa olsun diyerek basamakları çıktı.
Muayenehanenin kırmızı çuha kaplı kapısına çekinerek vurmaya başladı:
- Efendim, Mr. Utterson sizi görmek istiyor, diye seslendi.
Seslendiği sırada notere telâşla, bir kez daha kulak kabartmasını işaret etti.
İçerden inleyen bir sesin, "Hiç kimseyi göremeyeceğimi söyle ona!" dediği
duyuldu.
Poole, dediğinin çıktığına sevinir gibi:
- Başüstüne efendim, dedi; yerdeki şamdanı aldı; Utterson'ı yine avludan
geçirerek, ateşi sönmüş ve içinde böceklerin uçuştuğu büyük mutfağa getirdi.
Uşak, Utterson'a bakarak:
- Efendim, o ses efendimin sesi miydi? diye sordu. Noterin beti benzi kül
kesilmişti, ama renk vermemeye çalışarak;
- Çok değişmişe benziyor, diye yanıtladı.
- Değişmiş mi?.. Evet değişikliği söz götürmez. Bu adamın evinde yirmi yıldır
oturayım da sesini tanımayayım ha? Hayır, hayır efendim... Beyefendi
öldürülmüş olmalı. Sekiz gün önce Tanrı'nın adını anarak çığlık attığını duyduk.
O gün öldürülmüş olmalı. Peki, o zaman, onun yerine odada bulunan o adam
kim? Niye orada duruyor, Tanrı bilir, Mr. Utterson!..
Noter parmağını ısırarak:
- Poole, bu çok garip bir öykü... İnanılır gibi değil. Senin söylediğin gibi doktor
Jekyll'ın öldürüldüğünü varsaysak bile, katil o odada neden kalsın ki? İpe sapa
gelir şey değil bu. Doğrusu akıl yatmıyor hiç.
- Mr. Utterson, sizi inandırmak çok güç; ama ben inandıracağım sizi. Şunu bilin
ki, bütün bu son hafta boyunca, muayenehanedeki o kimse, o şey, her neyse
işte, anımsayamadığı bir ilaç için gece gündüz çığlıklar atıp durdu. Ara sıra,
istediklerini bir kâğıda yazıp merdivenden aşağı atmak, onun... yani efendimin,
âdetiydi. Bir haftadır, başka birşey görmedik. Kâğıtlar, kapalı bir kapı ve
kimsenin bulunmadığı bir zamanda gizlice içeri alınmak üzere bırakılan
yemekler... Efendim, her gün, hatta günde iki üç kez siparişler veriyor,
yakınıyor, kentte ne kadar ecza deposu varsa beni oralara koşturuyor. İstediğini
her getirişimde, o maddenin saf olmadığını belirterek geri götürmemi bildiren
bir başka kâğıt atıyor; haydi bakalım bir başka buyrukla, başka bir depoya... Ne
için istediğini bilmediğim bu kimyasal madde, anlaşılan ona çok gerekli.
Utterson:
- Bu kâğıtlardan yanında var mı? diye sordu.
Poole ceplerini yokladı ve buruşuk bir pusula çıkardı. Noter şamdanın üzerine
eğilerek bu kâğıdı dikkatle gözden geçirmeye koyuldu. Kâğıdın üstünde şunlar
yazılıydı: "Doktor Jekyll, Mr. Maw ve ortaklarına saygısını sunar. Son göndermiş
oldukları örneğin saf olmadığını, işine yaramayacağını kesin olarak onlara
bildirir. 18** yılında doktor Jekyll, Mr. Maw ve ortaklarından çok miktarda bu
maddeden almıştı. Şimdi onlardan bu örneği ellerinden geldiği kadar iyice
aramalarını ve aynı nitelikte olanından, biraz da olsa ellerinde varsa, hemen
kendisine göndermelerini rica eder. Fiyatı önemli değildir. Doktor Jekyll için bu
maddenin önemi pek büyüktür." Mektup buraya dek düzgün bir yazıyla yazılmış;
ancak bundan sonrasında yazanın heyecanı çok artmış olmalı ki, eli birden
titremeye başladığından eğri büğrü bir yazıyla, "Tanrı aşkına, bana eskisinden
azıcık olsun bulun!" sözcüklerini eklemişti.
Utterson:
- Ne garip bir pusula!.. dedi ve sonra sertçe:
- Poole, nasıl oldu da bunu böyle açık olarak ele geçirdin? diye sordu.
Poole:
- Efendim, Mawlardaki adam pek kızdı da, bunu pis bir şeymiş gibi yüzüme
fırlattı, diye yanıtladı.
- Bu kesin olarak doktorun el yazısı... Sen ne dersin?
Uşak yüzünü biraz buruşturarak:
- Hımmm, sanırım biraz benziyor, dedi ve sonra değişik bir sesle:
- El yazısından ne çıkar ki efendim, ben onun kendisini gördüm, diye ekledi.
Noter:
- Ne!... Kendisini mi gördün? Eee, öyleyse? dedi.
Poole:
- Evet efendim, kendisini gördüm. Bakın nasıl oldu, size anlatayım. Bahçeden
birdenbire amfiye girdim. Kendisi, bu ilacı aramak için mi ne içinse, dışarı
çıkmıştı. Bunu da çalıştığı oda kapısının açık kalmasından anladım. Salonun öbür
ucunda, ambalaj talaşları arasında bir şeyler bulmaya çabalıyordu. Ben içeri
girince başını kaldırdı, şöyle bir haykırdı ve merdivenlerden uçar gibi doğru
çalışma odasına kaçtı. Onu bir dakika kadar görebildim. Keşke görmez olaydım
efendim, tüylerim diken diken oldu... Mr. Utterson, bu gördüğüm kimse benim
efendim idiyse, yüzünde neden bir maske vardı? Neden fare gibi bağırarak
benden kaçtı? Ben ona bunca yıl hizmet ettim... Hem sonra.. diyerek sustu, elini
yüzünde gezdirdi.
Utterson:
- Bütün bunlar amma da garip şeyler... Allah allah... Ama sanırım ben bir ipucu
buluyor gibiyim... Poole, senin efendinin, insanı hem işkenceye sokan, hem de
yapısının biçimini değiştiren hastalıklardan birine tutulduğu anlaşılıyor. Sesinin
değişmesi, yüzündeki maske, sevdiklerinden kaçması bu yüzden; o ilacı bulmak
için çabalaması da... Kim bilir, bu ilaç, o bitkin ruha nasıl sonsuz bir şifa
umududur. Allah vere de umudu boşa çıkmasa... işte benim bulduğum açıklama,
bu. Poole, evet üzücü, düşününce insana dehşet veren bir açıklama. Ama doğal
olduğu gibi, apaçık da. Hem olanlara da uygun düşüyor. Üstelik, bizi olmayacak
kaygılardan da kurtarıyor, dedi.
Beti benzi uçmuş olan uşak:
- Efendim, o gördüğüm şey benim efendim değildi. Doğrusu da budur. Benim
efe... -çevresine bakındı ve konuşmasını fısıltıyla sürdürdü- Benim efendim,
uzun boylu, gösterişlidir. Oysa gördüğüm, cüce bir şeydi, dedi.
Utterson karşı koymaya çalıştı. Poole:
- Nasıl olur efendim, yirmi yıllık efendimi ben tanımaz mıyım sanıyorsunuz?
Ömrümün her sabahı çalışma odasının kapısında görürüm de başının tam hangi
noktaya geldiğini bilmem mi sanıyorsunuz? Hayır, hayır efendim. O maskeli ne
olursa olsun hiçbir zaman efendim Dr. Jekyll olamaz... Ne olduğunu Tanrım bilir
artık!.. Ama kesinlikle Dr. Jekyll değildi o. Yüreğimdeki inanç, bir cinayet
işlendiğini duyumsatıyor bana, dedi.
Noter:
- Poole, böyle söylediğine göre, bunu ortaya çıkarmak görevi de bana düşer,
dedi. Efendine saygı duyuyorum; onun yaşadığına bir kanıt gibi görünen bu yazı,
beni duraksatıyor; ama artık şu kapıyı kırıp içeri girmeyi de görevim sayıyorum.
Uşak:
- Hah... İşte şimdi iyi söylediniz Mr. Utterson!.. diye bağırdı.
Noter konuşmayı sürdürdü:
- Şimdi geriye ikinci bir soru kalıyor. Bu işi kim yapacak?
Poole korkusuzca yanıtladı:
- Düşünecek ne var efendim, elbette ikimiz...
- Güzel... Sonu neye varırsa varsın, bu işte sana bir zarar gelmemesi de benim
görevim.
- Amfide bir balta var. Siz de isterseniz ocağı karıştırdığımız demiri alın.
Noter, o kaba saba, hantal gereci eline aldı; şöyle bir salladı. Poole'e bakarak:
- İkimizin de bir tehlikeye atılmakta olduğumuzu biliyor musun, Poole? dedi.
- Evet efendim. Sanırım öyle efendim.
- Eh, öyleyse açık konuşalım. İkimizin aklında da söyleyemediğimiz pek çok şey
var. Gel çekinmeden açık konuşalım. Bu gördüğün maskeli gölgenin kim
olduğunu anlayabildin mi?
- Efendim, yanımdan öyle çabuk geçti, öyle iki büklüm olmuş bir yaratıktı ki onu
tanıdığıma pek yemin edemeyeceğim. Ama, o adam Mr. Hyde mıydı demek
istiyorsanız, evet, sanırım oydu, Eh, hemen hemen aynı irilikteydi, aynı derecede
de çevikti. Hem efendim, laboratuvar kapısından ondan başka kim girebilir ki?..
Cinayet işlendiği zaman anahtarın kendisinde olduğunu sanırım unutmadınız.
Hem hepsi bu kadar da değil. Bilmiyorum, Mr. Utterson, siz Mr. Hyde denen bu
adama hiç rasladınız mı?
Noter:
- Evet, bir kez karşılaştık onunla, dedi.
Poole:
- Öyleyse siz de hepimiz kadar o adamın garipliğini bileceksiniz. Ah, efendim,
nasıl diyeyim, insanda nefret uyandıran bir durumu... Ah, hayır, hayır; bu da az.
İnsanı ta iliklerine kadar donduran bir şey, dedi.
Noter:
- Ben de senin tanımladığın gibi bir şey duyumsadımdı doğrusu...
- Evet, işte böyle efendim. O maskeli yaratık, bir maymun gibi kimyasal madde
şişelerinin arasından sıçrayıp da çalışma odasına uçar gibi kaçınca, sırtımdan
aşağı soğuk terler boşandı. Evet, bundan bir şey çıkmayacağını biliyorum; o
kadarcık okumuşluğum var. Ama ne de olsa insanın duyguları var. Size İncil'in
üzerine yemin ederim ki, o gördüğüm Hyde'dı.
Noter:
- Evet, evet... Benim kaygılarım da aynı noktaya yöneliyor. Ne ekersen onu
biçersin. Sanırım, ekilen kötülüktü, elbette biçilen de kötülük olacak. Evet, sana
gerçekten inanıyorum Poole. Evet, zavallı Harry Jekyll'ın öldürüldüğüne de
inanıyorum. Katil de (niçin öldürdüğünü ancak Tanrı bilir) hâlâ onun odasında
saklanıyor. Gel, öcünü almak da bizim boynumuzun borcu olsun. Çağır bakayım
Bradshaw'u.
Poole orta hizmetine bakan Bradshaw'a seslendi; uşak, sapsarı kesilmiş bir
yüzle koşarak geldi.
Noter:
- Kendine gel, Bradshaw!.. Biliyorum, böyle kuşku içinde kalmak hepimizin
sinirlerini bozdu; ama buna bir son vereceğiz artık. Poole ile ikimiz, çalışma
odasının kapısını kırıp içeri gireceğiz. Sonuç kuşkulandığımız gibi değilse, her
şeyi üstüme alırım. Öte yandan, işlerin ters gitmemesi, katilin arka kapıdan
sıvışmaması için, o ahçı yamağıyla sen sokağı dolanıp ellerinizde iri birer
sopayla laboratuvar kapısının önünde bekleyin. Yerlerinizi almak için size on
dakika veriyorum, dedi. Bradshaw ayrılır ayrılmaz Utterson saatine baktı ve:
- Poole, haydi bakalım, şimdi biz de kendi işimize... dedi. Demir çubuğu
koltuğuna alarak avlunun yolunu tuttu. Ay bulutların arasına girmiş, ortalık iyice
kararmıştı. Yapı aralarındaki kuyumsu boşluklara giren rüzgâr ayakları arasında
dolaşarak şamdanın alevini dalgalandırıyordu. Sonunda korunaklı bir yer olan
amfiye geldiler. Orada oturup sessizce beklemeye başladılar. Her yandan
Londra'nın o büyük uğultusu geliyordu. Bulundukları yerdeki sessizliğiyse,
yalnızca daha yakında, çalışma odasında bir aşağı bir yukarı dolaşan ayak
sesleri bozuyordu.
Poole fısıldadı:
-İşte bütün gün, böyle dolaşıp durur, efendim; gecenin geç saatlerine değin de
sürer bu dolaşmaları. Eczacıdan yeni bir ilaç gelince biraz arası kesilir gibi olur.
Ah, efendim, insanı böyle rahatsız eden, vicdan azabı değil de nedir? Onun her
attığı adımda haince akıtılmış kanın izleri var. Durun!.. Dinleyin iyice... Mr.
Utterson, elinizi vicdanınıza bir koyun da söyleyin: doktorun yürüyüşü mü bu?
Adımların sesi hem hafif, hem garipti. O denli ağır atılmasına karşın, adamın
sendeleyerek yürüdüğü anlaşılıyordu. Bu ses, gerçekten, Harry Jekyll'ın sert
basan gıcırtılı adımlarından farklıydı. Utterson içini çekerek:
- Hiç başka bir şey oldu mu? diye sordu.
Poole başıyla onayladı:
- Bir kez ağladığını işittim.
Noter birden dehşetle ürperdiğini duyumsayarak:
- Ne! Ağladı mı? Nasıl olur? diye sordu.
- Evet bir kadın gibi, can çekişen bir insan gibi ağlıyordu. Öyle içime
dokunmuştu ki, kendimi tutmasaydım, ben de boşanacaktım.
Artık on dakika sona ermişti. Poole ambalaj için kullanılan samanların altından
baltayı çıkardı. Şamdan, saldırı sırasında ışığından yararlanmak için en yakın bir
masaya yerleştirildi. Utterson ile Poole, gecenin sessizliği içinde o sabırlı
ayakların bir yukarı bir aşağı mekik dokuduğu yere soluk soluğa yaklaştılar.
Utterson yüksek sesle:
- Jekyll, seni görmek istiyorum, diye bağırdı. Bir an durdu, ama bir yanıt
gelmedi. Yeniden seslendi:
- Senden kuşkulanıyoruz; onun için seninle görüşmeliyim. Seni göreceğim. Eğer
tatlılıktan anlamazsan, zorla... Razı olmazsan, kapıyı kırıp gireceğim.
İçerden bir ses:
- Utterson, Tanrı aşkına acı... dedi.
Utterson:
- Bu Jekyll'ın sesi değil, Hyde'ın sesi! Devir şu kapıyı Poole, diye haykırdı.
Poole baltayı omuzu üstünden kapıya öyle bir indiriş indirdi ki, yapı sarsıldı;
kırmızı çuhalı kapı, sağlam kilit ve menteşelerine karşın yerinden oynadı.
Çalışma odasından dehşet verici korkunun verdiği umutsuz bir çığlık koptu.
Balta yeniden havaya kalktı, yeniden kapının tahtaları çatırdadı, çerçevesi
yerinden oynadı. Poole baltayı dört kez indirdi; ama kapının tahtası sertti,
işçiliği de iyi bir elden çıkmıştı. Ancak beşinci vuruşta kilit parçalandı. Kapı
paramparça halının üstüne düştü.
Noterle uşak kendi kopardıkları gürültüden, sonra bu gürültüyü izleyen
sessizlikten kendileri de ürkmüştü; biraz gerileyip içeriye öyle baktılar. Ocakta
ışıldayan ve çıtırdayan harlı ateş, hafiften hafife fokurdayan ibrik, açık kalmış
bir iki göz, iş masası üzerine özenle yerleştirilmiş kâğıtlar, ocağa daha yakın bir
yerde hazırlanmış çay takımıyla çalışma odası, sessiz yanan lamba ışığı altında
gözlerinin önünde duruyordu. Şöyle bir bakan, ne sessiz bir oda der, hele ilaç
şişeleri dolu camlı dolaplar olmasa Londra evlerinin sıradan odalarından biri
sanırdı.
Odanın tam orta yerinde, acıyla kıvranarak çırpınan bir insan yatıyordu.
Ayaklarının ucuna basarak ona doğru yaklaştılar, arka üstü çevirdiler ve Edward
Hyde'ın yüzünü gördüler. Sırtında doktorun vücuduna tam gelen ama kendisinin
üstünden sarkan çok geniş giysiler vardı. Yüzünün çizgileri bir yaşam belirtisi
gösterir gibi seyiriyordu, ama ölmüştü. Elinde parçalanıp kalmış küçük bir
şişeden, odanın havasını bozan acı kokudan, Utterson kendi kendisini öldürmüş
bir insana baktığını anladı. Ters bir sesle:
- Kurtarmak için de, cezalandırmak için de artık çok geç. Hyde ettiğini buldu.
Şimdi bize düşen iş efendinizin kendisini bulmaktır, dedi.
Yapının büyük bir kısmını amfi kaplıyordu. Zemin katı tümüyle dolduruyor,
ışığını da tepeden alıyordu. Yapının bir ucunda da, ikinci katı oluşturan ve
avluya bakan çalışma odası vardı. Bu koridora, çalışma odasından da bir
merdiven çıkıyordu. Bundan başka içerde birkaç karanlık yüklükle geniş bir
mahzen vardı. Buraları baştan başa aradılar. Her yüklüğe şöyle bir bakmak yetti.
Çünkü, hepsi de bomboştu. Kapılarından inen toz çoktandır açılmadıklarını
gösteriyordu. Mahzen, Jekyll'dan önce aynı evde oturan doktorun zamanından
kalma öteberiyle karmakarışıktı; daha kapıyı açtıkları anda, yıllardan beri girişi
kapayan büyük bir örümcek ağının düşmesi, buralarda artık araştırma yapmanın
bir yararı olmayacağını gösteriyordu. Diri ya da ölü, hiçbir yerde, Harry Jekyll'n
izine raslanmadı.
Poole ayağını koridorun taşlarına vurup çıkan sesi dinleyerek:
- Buraya gömülmüş olmalı, dedi.
Utterson:
- Belki de kaçmıştır, dedi ve yan sokağa açılan kapıyı yokladı. Sürmeliydi.
Döşeme üzerinde kapıya pek yakın bir yerde paslanmaya başlamış anahtarı
buldular. Noter:
- Bu pek kullanılmışa benzemiyor, dedi.
Poole:
- Kullanılmışa mı? Efendim, kırılmış olduğunu görmüyor musunuz? Üstelik, bir
adamın ayağıyla çiğnenmişe benziyor, dedi.
Utterson:
- Ya!.. Kırık yerleri de paslı, diye ekledi.
Ürpererek bakıştılar. Noter:
- Poole, hiçbir şey anlamadım bu işten. Haydi çalışma odasına dönelim, dedi.
Sessizce merdivenleri çıktılar ve yine ara sıra yılgın gözlerle ölüye bakarak
çalışma odasının içindekileri dikkatle araştırmak üzere ilerlediler. Bir masa
üzerinde birtakım kimya deneylerinin izleri vardı. Deney için cam tabakların
içine konmuş değişik ölçülerde beyaz toz kümecikleri duruyordu. Sanki, zavallı
adam tam bir deney yapacağı sırada engellenmiş gibiydi.
Poole:
- Ona her zaman getirdiğim ilaç işte buydu, dedi.
Konuşurken, ibrik birdenbire gürültüyle kaynamaya başladı. Sesi duyunca ocağa
yaklaştılar. Burada rahat bir koltuk, koltuğa oturanın hemen yanı başında
kahvaltı takımları vardı; fincanın içindeki şekere varıncaya dek, her şeyiyle
hazırlanmış duruyordu. Rafta birkaç kitap bulunuyordu. Bir tanesi, çay
takımlarının yanında açık kalmıştı. Utterson bunun bir din kitabı olduğunu
görünce şaşırdı. Çünkü Jekyll, birkaç kez, büyük beğenişle söz ettiği bu kitabın
kenarlarına, en kaba sövgüleri kendi eliyle yazmıştı.
Noterle uşak, odayı araştırırken boy aynasıyla karşılaştılar; aynaya
beklemedikleri bir korkuyla baktılar. Ama ayna öyle çevrilmişti ki, çatı üstünde
oynaşan gün ışığıyla vitrinlerin parlak camlarına yansıyan ateşten, bir de
bakmak üzere eğildikleri sırada kendi solgun, korkulu yüzlerinden başka bir şey
göstermiyordu. Poole fısıldayarak:
- Bu ayna birtakım garip olaylara tanık olmuşa benziyor efendim, dedi.
Noter aynı tavırla:
- Sanırım kendisinden daha garip birşey görmüş değildir. Çünkü Jekyll bu aynayı
ne...
Bu ismi söylerken biraz irkilir gibi oldu, ama sonra korkusunu yenerek:
- Jekyll bu aynayı ne işte kullanabilirdi ki? diye sordu.
Poole:
- Sahi, dedi.
Sonra çalışma masasına geldiler. Masadaki düzenli kâğıt demetlerinin en
üstünde büyük bir zarf vardı. Zarfın üstünde, doktorun kendi eliyle yazılmış olan
"Mr. Utterson" adı okunuyordu. Noter zarfı yırttı, içinden birçok kâğıt yere
düştü. Birincisi bir vasiyetnameydi. Bu da altı ay önce geri verdiği vasiyetname
gibi, sahibi ölürse bir vasiyatname, yiterse bir bağış belgesi olmak üzere
hazırlanmıştı; aynı garip maddeleri içeriyordu. Ancak, Edward Hyde adı yerine
noter Gabriel John Utterson adının yazılmış olduğunu büyük bir şaşkınlıkla
gördü. Bir Poole'a, bir elindeki kâğıtlara baktı; sonra da halının üstünde uzanan
kötülük kaynağı ölüye çevirdi bakışlarını:
- Serseme döndüm. Günlerdir kendisinde değildi. Bana bu tür bir iyilik
göstermesinin bir nedeni de yoktu. Kendisinin tedirgin edildiğini görmek, onu
çileden çıkarmış olmalı! Yine de bu belgeyi yırtıp atmamış, dedi.
Sonra öbür kâğıdı aldı. Bu, tarihi atılmış ve doktorun kendi eliyle yazılmış kısa
bir nottu. Noter:
- A!.. Poole, o bugün sağmış, hem buradaymış. Bu kadar az bir zaman içinde
öldürülüp ortadan yok edilmiş olamaz. Hayır, o şimdi yaşıyordur. Kaçmış olmalı!
İyi ama, kaçmasına ne gerek var? Hem nasıl kaçar? Eğer durum böyleyse, bu
intiharı yasal olarak duyurmak cesaretinde bulunabilecek miyiz? Aman, çok ince
eleyip sık dokumamız gerekiyor. Yoksa, belki efendinin başına büyük bir yıkım
getirmiş oluruz, diye bağırdı.
Poole:
- Efendim, şu belgeyi niye okumuyorsunuz bir kez? diye sordu.
Noter ağır ağır:
- Korkuyorum da ondan, diye yanıtladı; Tanrı bilir, birşey yok ama... Sonra
mektubu gözlerine yaklaştırarak şunları okudu;
"Sevgili Utterson,
"Bu mektup eline geçtiği zaman, şimdiden belirleyemediğim kimbilir hangi
koşullar altında ortadan yok olmuş bulunacağım. Ama, ne olduğu bilinmez
durumum ve içimden doğan bir duygu, bana yaşama veda etmekte olduğumu
söylüyor. Bu nedenle, zaman yitirmeden git, önce Lanyon'ın sana bırakacağını
bana söylediği yazıyı oku; sonra daha çoğunu öğrenmek istersen, bu talihsiz ve
değersiz arkadaşın imza sahibinin itirafını okursun!...
HARRY JEKYLL"
Utterson:
- Üçüncü bir kâğıt daha mı var? diye sordu.
Poole:
- Buyurun efendim, dedi ve birçok yerinden mühürlenmiş şişkince bir zarfı
uzattı. Noter bunu cebine attı:
- Bu kâğıt hakkında birşey söylemeyelim. Efendin ister kaçmış olsun, ister
ölmüş; hiç değilse onun onurunu kurtaralım. Şimdi saat on. Eve gidip şu
belgeleri dingin kafayla bir okuyayım bakalım. Gece yarısına varmadan yine
gelirim. Polise sonra haber göndeririz.
Amfinin kapısını kilitleyerek dışarıya çıktılar. Utterson, holde bir kez daha ocak
başına toplanmış olan hizmetçilerden ayrıldıktan sonra, bu kördüğümü çözecek
iki yazıyı okumak üzere evine gitti.
DOKTOR LANYON'IN ANLATTIKLARI
"Bundan dört gün önce, yani 9 Ocak'ta, akşam postasıyla Harry Jekyll'dan
taahhütlü bir mektup aldım. Mektubu doğrudan doğruya kendisi yazmıştı. Çok
şaşırdım; çünkü mektuplaşmak hiç âdetimiz değildi. Bir gece önce de kendisiyle
görüşmüş ve birlikte yemek yemiştik. Konuşmamız sırasında bana bu taahhütlü
mektubu yazmasını gerektirecek birşeylerden söz ettiğini anımsamıyorum.
Mektupta yazılı olanlar beni büsbütün şaşırttı; şöyle yazıyordu:
10.XII.18**
"Sevgili Lanyon,
Sen benim en eski dostlarımdan birisin. Bilimsel tartışmalarda arasıra düşünce
ayrılıklarına düşmüş olsak bile, kendi hesabıma, bunun birbirimize olan
sevgimizi olumsuz etkilediğini anımsamıyorum. Sen ne zaman bana gelip de,
'Jekyll; yaşamım, onurum, aklım ve mantığım hep senin elinde,' demiş olsan,
sana yardım için bütün servetimi ya da yaşamımı feda etmezdim?... Lanyon,
şimdi yaşamım, onurum, aklım, her şeyim senin elinde. Bu akşam benden
yardımını esirgersen yok olacağımı bil. Bu başlangıçtan sonra, senden
onursuzca birşey isteyeceğimi sanabilirsin belki. Artık sen bilirsin; kararı sen
ver.
Bu gece için bütün işlerinden, bir imparatorun huzuruna çağrılmış bile olsan,
vazgeç. Araban kapıda hazır beklemiyorsa bir araba tut, bu mektubu eline alıp
doğru evime gel. Uşağım Poole'a emir verilmiştir. Onun bir çilingirle birlikte seni
beklediğini göreceksin. Çalıştığım odanın kapısını açtırın ve sen içeriye yalnız
gir. Solda, üzerinde 'E' harfi bulunan camlı dolabı aç; dolap kilitliyse kapağı
kırabilirsin. Yukarıdan dördüncü ya da aşağıdan üçüncü çekmeceyi içindekilerin
düzenini hiç bozmadan, olduğu gibi çıkar. Çileden çıkmış kafamla sana yanlış
yönerge vereceğimden çok kaygılanıyorum; ama yanılmış olsam bile,
çekmecenin hangisi olduğunu, içindekilerden anlayabilirsin: bunlar birtakım
tozlar, küçük bir şişe ve kâğıtlardan oluşturulmuş uydurma bir defterdir. Bu
çekmeceyi, olduğu gibi, Cavendish Alanı'na götür.
Bu, bana yapacağın iyiliklerin ilkidir; şimdi ikincisine gelelim: Mektubumu alır
almaz işe başlarsan, gece yarısından çok önce evine dönmüş olursun. Sana
geniş bir zaman bırakıyorum; bunun nedeni, önceden kestirilemeyen ve
üstesinden gelinemeyecek herhangi bir engel çıkması korkusundan çok, ricamı
hizmetçiler ve uşaklar uyuduktan sonra yerine getirmeni istememdir. Ondan
sonra, gece yarısı, muayenehanende yalnız bulunmanı ve kendisini benim
adımla tanıtacak bir adamı kendi elinle eve kabul etmeni ve bu adama benim
çalışma odamdan alarak yanında getirdiğin çekmeceyi teslim etmeni rica
ederim. Böylece işin bitmiş olacak, benim sonsuz minnetlerimi de kazanmış
olacaksın. Tam bir açıklama yapmamda diretirsen, bil ki ondan beş dakika sonra
bütün bunların çok önemli şeyler olduğunu anlayacaksın. Belki garip görünür
ama, bunlardan birinin savsaklanması bile, ölümüme ya da aklımı yitirmeme yol
açabilir. Ricamı yerine getirince, kendini de büyük bir vicdan azabından
kurtardığını göreceksin.
Bu ricalarımı saçma bulmayacağından emin olmakla birlikte, böyle bir olasılığı
düşünmek bile içime dehşet veriyor, elimi titretiyor. Bu dakikada, garip bir
durumda düşlemlere sığmayan bir üzüntü karanlığı içinde çırpınan, buna karşın
tam zamanında yardım edersen acılarının bir düş gibi sona ereceğinden çok
emin olan beni düşün... Sevgili Lanyonım, bana yardım et ve beni kurtar.
Dostun Harry Jekyll"
"Not: Mektubu kapadıktan sonra içimi yeniden korku aldı. Mektubum postada
gecikip yarın sabaha dek eline geçmeyebilir. O zaman, sevgili Lanyonım,
söylediklerimi gündüzün sana en uygun gelecek zamanda yap; sana
yollayacağım adamı yine gece yarısı bekle. O zaman olasılıkla her şey bitmiş
olacak ve o gece benden bir haber almazsan, Harry Jekyll'ı artık sonsuza dek
göremeyeceğini bil."
Mektubu okuduktan sonra, meslektaşımın aklını oynattığı kanısına iyiden iyiye
vardım, ama kesinlikle emin olmadıkça benden rica ettiklerini yapmayı kendime
görev bildim. Bu karışık işlere pek az aklım ermişti. Onun için önemi konusunda
bir karara varacak durumda değildim. Hem böylesine yazılmış bir rica, ağır bir
sorumluluk duymaksızın yanıtsız bırakılamazdı. Bu düşünceyle masadan
kalktım, bir arabaya binerek doğru Jekyll'ın evine gittim. Uşak beni bekliyordu.
O da benim gibi, postadan taahhütlü bir yönerge mektubu almış, hemen bir
marangozla bir çilingir çağırtmıştı. Biz tam konuşurken ikisi de geldi. Hep
birlikte eskiden Dr. Denman'ın ameliyathanesi olan amfiye geçtik, oradan da
Jekyll'ın çalışma odasına. Sen de bilirsin ki amfiye en kolay oradan gidilir. Kapı
çok kunt, kilit de çok sağlamdı. Marangoz, kapının açılması için epey uğraşmak
gerektiğini ve zorlayacak olursa çok hasar vermek zorunda kalacağını söyledi.
Çilingir hemen hemen umutsuzluğa düşmüştü, ama becerikli bir adamdı. İki
saatlik bir çabalamadan sonra kapıyı açtılar "E" harfli dolap kilitli değildi.
Çekmeceyi çıkardım, içini samanla doldurdum, bir çarşafa sardım; koltuğuma
alarak Cavendish Alanı'na döndüm.
Evde, çekmecenin içindekileri incelemeye koyuldum. Tozlar, düzenli bir eczacı
inceliğiyle değilse bile, oldukça özenle hazırlanmıştı. Bunları, Jekyll'ın kendi
eliyle hazırladığı belliydi. Kaşelerden birini açınca, bana beyaz billur toz gibi
görünen bir şey buldum. Sonra gözüme çarpan küçük şişe, yarı yarıya kan
renginde bir sıvıyla doluydu. Kokusu keskindi, bana içinde fosforla biraz eter
bulunduğu sanısını verdi. Bileşiminde başka ne olduğunu kestiremedim. Defter,
sıradan bir defterdi ve içinde pek az yazıdan ve bir dizi tarihten başka bir şey
yoktu. Bu tarihler yıllar öncesiyle ilgili bir dönemi gösteriyordu. Ancak, şuna
dikkat ettim: kayıtlar, aşağı yukarı bir yıl önce, birdenbire kesilmişti. Defterin
ötesinde berisinde, tarihlere eklenmiş kısa notlar da vardı, çoğu birer
sözcüklüktü. Birkaç yüz kaydın içinde beş altı kez geçen "çift" sözcüğü
bunlardan biriydi. Bu listenin ta başlarında, birkaç ünlem işaretiyle son bulan
"tam bir başarısızlık!!!!!" sözcükleri vardı. Bütün bunlar merakımı kamçıladı,
ama bana doğru dürüst bir şey anlatmış olmadı. Ortada, içinde bir tür renkli su
bulunan bir şişe, içinde toz bulunan bir kaşe, bir de -Jekyll'ın birçok çalışması
gibi- uygulamada bir yarar sağlamamış olan bir dizi deney notu duruyordu. Nasıl
olurdu da evimde bu eşyanın bulunması bu kaçık meslektaşımın aklını, onurunu
ya da yaşamını etkilerdi? Ondan haber getirecek adam benim evime
gelebiliyorsa, başka herhangi bir yere de gidebilirdi. Buna bir engel
bulunduğunu varsaysak bile, bu adamın ne diye benimle gizli görüşmesi
gereksindi ki? Düşündükçe bir akıl hastalığıyla ilgili bir sorun karşısında
bulunduğuma inanmaya başlıyordum. Hizmetçilerimi yatmaya yolladım, ama her
olasılığa karşı savunmaya hazırlıklı olmak için eski bir tabancayı da doldurdum.
Saat on ikiyi henüz çalmıştı ki kapının tokmağı hafifçe vuruldu, hemen koştum,
baktım; ufak tefek bir adam, kapının saçağını destekleyen sütunlara sinmiş,
duruyordu.
- Dr. Jekyll'dan mı geliyorsunuz? diye sordum.
Kendini sıkarak:
- Evet, dedi.
İçeriye girmesini söylediğim zaman da arkasını dönerek alanın karanlığına
doğru dikkatle bakmadan girmedi. Biraz uzakta, elinde feneriyle yürüyen bir
polis memuru vardı. Polisi görür görmez, ziyaretçimin irkildiğini ve daha acele
ettiğini anlar gibi oldum.
Açık söyleyeyim ki, bu davranışları bende iyi bir etki bırakmadı. Muayene
odasındaki parlak ışığa doğru giderken, elim silahın üstündeydi. Sonunda
burada artık onu iyice görmek fırsatını elde etmiştim. Onu daha önce, kesinlikle
görmemiştim. Dediğim gibi ufak tefekti. Yüzünün tüyler ürperten anlatımı,
çelimsiz görünüşüne karşın son derece çevik davranması kadar, çevresinden
kuşkulandığını gizlemeyen garip davranışı da gözüme çarptı: nöbet gelmeden
önce bir titremeye tutulup nabzı düşen bir hastayı andırıyordu. Bunu o zaman
salt kişisel bir nefrete yormuş, yalnızca belirtilerinin şiddetine şaşırmıştım. Ama
o günden beri, bunun nedenini daha çok, adamın yaratılışının derinliklerinde
aramak gerektiği ve nefret etmeyi bir yana bırakarak, bunun daha önemli bir
nedenden doğduğu kanısına vardım.
Evime ilk girdiği andan beri bende 'olumsuz merak' diyebileceğim bir duygu
bırakan bu adam, kimi olsa gülünç duruma düşürecek bir kılıkta giyinmişti.
Örneğin, giysileri ağır ve iyi cins kumaştan yapılmıştı, ama kendisine çok bol
geliyordu. Bacaklarından torba gibi sallanan pantolon paçaları, yerlerde
sürünmemesi için kıvrılmıştı. Ceketin bel kısmı kalçalarından aşağı düşmüş,
yaka omuzlarından taşmıştı. Anlatılamayacak denli garip olan bu palyaço kılığı,
bende asla gülme hevesi uyandırmadı. Tersine, şimdi karşımda duran bu
yaratık, aslında her bakımdan olağandışı -bakanları şaşırtan, isyan ettiren- bir
insan olduğundan, bu oransızlık onun bıraktığı etkiyi artırıyor; durumuna da
uygun düşüyordu. Öyle ki bu adamın yaratılışına, kişiliğine karşı duyduğum
meraka, şimdi de kim olduğuna, yaşamına, maddî durumuna ve toplum içindeki
konumuna karşı merakım da katıldı.
Bu düşünceleri burada böyle anlatmak uzun sürdü ama, kafamın içinde
düşünmek bir iki saniye ya sürdü, ya sürmedi. Ziyaretçim gerçekten tıkanacak
gibi bir heyecan içindeydi:
- Gidip aldınız mı ha?.. Aldınız mı? diye haykırdı.
Öyle telâş ediyordu ki eliyle kolumu tuttu ve beni sarsmaya kalktı.
Dokunmasından, kanımın donduğunu duyumsadım; onu geri ittim:
- Girin efendim, ama unutmayın ki, henüz sizinle tanışmak onuruna ulaşamadım.
Lütfen şöyle buyurun, dedim. Hastalarımın yanında yaptığım gibi, kendim her
zaman oturduğum iskemleye oturdum; onu da oturttum. Zamanın geçmesinin,
kafamın karışıklığının, ziyaretçimin uyandırdığı korkunun elverdiği oranda, ona
bir hastanın karşısındaymış gibi doğal davranmaya çalıştım. Oldukça hafif bir
sesle:
- Bağışlayın Dr. Lanyon, haklısınız, dedi; sabırsızlığımdan görgü kurallarını
unuttum. Buraya meslektaşınız Dr. Harry Jekyll'ın isteği üzerine geliyorum. Çok
önemli bir iş için. Anladığıma göre... dedi ve elini gırtlağına doğru kaldırdı.
Kendisini tutmaya çalışmasına karşın geçirmek üzere olduğu bir sinir
bunalımına karşı koymaya uğraştığını anlayabildim.
- Anladığıma göre bir çekmece... dedi.
Ama ziyaretçimin bu kaygısına acıdım, sanırım biraz da, gitgide artan
merakımdan dolayı:
- İşte, şurada... diyerek, masanın arkasında yerde hâlâ çarşafla örtülü duran
çekmeceyi ona gösterdim.
Birdenbire ona doğru fırladı, sonra durdu, elini kalbinin üstüne koydu. Çene
kemiklerinin şiddetle birbirine çarptığını görüyor, dişlerini gıcırdattığını
duyabiliyordum. Yüzü öyle korkunç bir görünüm aldı ki çıldıracağından ya da
öleceğinden korkmaya başladım:
- Kendinize gelin! dedim.
İğrenç bir gülümsemeyle bana baktı, sonra sanki umutsuzluğun verdiği bir
kesinlikle çekmeceye sarılı çarşafı çekip açtı; içindekileri görünce gönlü öyle bir
ferahladı ve öyle bir "Oh!" çekti ki şaşkınlığımdan oturduğum yerde dona
kaldım. Az sonra, denetlemeye çalıştığı bir sesle:
- Dereceli bir cam tüpünüz var mı? diye sordu.
Güçlükle yerimden kalkarak istediğini verdim. Gülümsedi, başıyla teşekkür etti.
Kırmızı sıvıdan birkaç damla ölçüp aldı, içine tozlardan birini ekledi. Sıvı önce
kırmızımtrak bir renkteyken kristaller eridikçe parlaklaşarak kaynamaya,
köpürerek kabarmaya ve buhar çıkarmaya başladı. Sonra kaynama birdenbire
kesildi, bireşim de birdenbire morlaştı. Sonra yavaş yavaş solup açık yeşil bir
renge döndü. Bu değişimleri dikkatle izleyen ziyaretçim sırıttı. Tüpü masanın
üstüne bıraktı ve sonra dönerek beni şöyle bir süzdü:
- Eh, şimdi de işin ötesine bakalım. Aklınızı başınıza toplayarak söyleyeceklerimi
yapar mısınız? Artık soru sormadan, bu tüpü yanıma alıp bu evden gitmeme razı
olur musunuz? Yoksa merakınızın etkisi altında mısınız hâlâ? Yanıt vermeden
önce bir düşünün. Düşünün, çünkü neye karar verirseniz o olacak. Kararınıza
göre, ruhsal acılar içinde kıvranan birine yardım etmenin verdiği manevi
zenginlik bir yana, ya önceden nasıl idiyseniz yine öyle kalacaksınız; ne daha
zengin, ne daha akıllı... ya da, merakınızı gidererek yeni bir bilgi ülkesine, sizi
üne ve güce ulaştıran yeni yollara gireyim derseniz, bunlar burada, bu odada,
hemen şimdi önünüze açılacak; Şeytan'a olan inançsızlığınız, göreceğiniz bir
mucizeyle sarsılacaktır...
O sırada hiç de soğukkanlı olmadığım halde öyle görünmeye çalışarak:
- Bilmece sorar gibi konuşuyorsunuz. Onun için sizi pek inanarak
dinlemediğime, sanırım şaşmazsınız, değil mi? Fakat size açıklanamayan
hizmetlerde bulunmakta öyle ileri gittim ki, işin sonunu görmeden
bırakamayacağım, dedim.
Adam:
- Güzel... dedi. Lanyon, yeminlerinizi anımsıyorsunuz ya; gerisini mesleğimizin
onuruna bırakıyorum. E... siz bunca zamandır en yüzeysel ve en maddî
kuramlara bağlandınız; siz madde ötesi tıbbın değerini yadsıdınız; siz ki sizden
üstün olanlarla alay ettiniz.. İşte bakın...
Tüpü dudaklarına kaldırdı ve bir yudumda içti. Bunu bir çığlık izledi. Sendeledi,
sallandı, masayı yakaladı, çivi gibi bakışlarla ağzı açık soluyarak masaya
tutundu, kaldı. Ben öyle bakakalmış dururken bir değişiklik oldu sanırım;
vücudu şişerek irileşti, yüzü birden karardı, yüz çizgileri değişmeye başladı.
Birden, yay gibi yerimden fırladım. Duvara doğru geriledim. Bu olağanüstü
olaydan sakınmak için kolumu kaldırdım. Bu dehşet karşısında zihnim altüst
olmuştu:
- Aman Tanrım... Aman Tanrım, diye birkaç kez haykırdım. Çünkü, hemen
karşımda, gözlerimin önünde, sapsarı, titreyerek, yarı baygın bir durumda ölüp
de dirilmiş bir insan gibi elleriyle çevresini yoklayarak Harry Jekyll duruyordu.
Şu anda, sonraki bir saat içinde bana neler söyledi, toparlayıp da bir türlü
yazamıyorum. Gördüğümü gördüm, duyduğumu duydum. Bu olay, inançlarımı
çok kötü etkiledi. Bununla birlikte, bu görüntünün gözlerimden silindiği şu
dakikada ona inanıp inanmadığımı kendime soruyorum, bir türlü yanıt
veremiyorum. Yaşamımı kökünden sarstı bu olay. Artık uyuyamıyorum. Gece
gündüz, her saat, en öldürücü korkular içinde yaşıyorum. Günlerimin sayılı
olduğunu, öleceğimi anlıyorum. Ama kuşku içinde öleceğim kesin. O adamın,
pişmanlık gözyaşları içinde açığa vurduğu ahlak düşüklüğünü anımsarken bile
tüylerim diken diken oluyor. Utterson, sana tek bir şey söyleyeceğim -bana
inanabilirsen- yalnızca bu bile yeter... O gece evime giren yaratık, Jekyll'ın kendi
ağzıyla açıkladığına göre, Carew'ün, ülkenin dört bucağında aranan katili,
Hyde'ın ta kendisiymiş.
Hastie Lanyon"
HARRY JEKYLL'IN ANLATTIKLARI
"Ben 18** yılında, birçok sanayi kuruluşunun hisselerinden oluşan büyük bir
servetin mirasçısı olarak doğdum. Çok yetenekli bir insan olduğum gibi, yaratılış
bakımından da çalışkandım. İyi ve kafalı insanların saygısını elde etmeye
bakardım. Bundan dolayı, kestirilebileceği gibi, parlak ve onurlu bir geleceğin
güvencesi altındaydım. En büyük kusurum, taşkın bir neşem olmasıydı. Bu neşe
birçoklarını mutluluğa ulaştırmıştır, ama ben başımı hep yükseklerde tutmak ve
herkesin önünde çok ağırbaşlı görünmek isteğiyle yandığımdan, bu neşeyle bu
isteği bir türlü uzlaştıramazdım. Bu yüzdendir ki ben de gizli gizli zevk
ediyordum. Ne yaptığımı düşünecek çağa varıp da çevreme baktığım,
toplumdaki konumumu ve ilerleyişimi düşündüğümde, kendimi güçlü bir ikili
yaşamın içinde buldum. Kendimi sorumlu tuttuğum yolsuzluklar, olasıdır ki
birçok kimse için erdem bile sayılabilirdi; ama ben yüksek amaçlar peşinde
olduğum için, bunları hastalık diyebileceğim bir utançla ayıp saydım ve
başkalarından gizledim. İşte böylece, kusurlarımın gittikçe artmasından çok,
içimdeki isteklerin egemenliği beni bu duruma düşürdü: İnsanın iki yüzlü
doğasını hem ayıran, hem de birleştiren o iyilik ve kötülük dünyalarını, bende,
birçoklarında olduğundan daha derin bir uçurumla birbirinden uzaklaştırdı.
Bundan dolayı, dinin özünde yer alan ve acıların en büyük kaynağı olan o çetin
yaşam yasasını derin ve sürekli olarak düşünmeye başladım. Böylesine geniş bir
ikilik dünyası içinde bulunduğum halde, hiçbir bakımdan ikiyüzlü değildim.
Kişiliğimin her iki yüzündeki davranışlarım da içtendi. Toplum karşısında bilimin
derinliğine daldığım ya da bir acıyı dindirmeye çalıştığımda nasıl benliğime
egemen idiysem, her türlü toplumsal kuralı ve yasayı bir yana bırakıp kendimi
rezaletin kucağına attığımda da benliğime aynı derecede egemendim. Tümüyle
gizemcilik ve ruh sorunları üzerine olan bilimsel araştırmalarımın yönü de,
benliğimdeki bu ne zaman başladığı bilinmeyen savaşı büsbütün
şiddetlendirecek nitelikteydi. Her gün, zekâmın gerek ahlaksal, gerek akılsal
yönlerinden, bir gerçeğe biraz daha yaklaşıyordum. (Bu gerçeği kısmen
bulmakla da korkunç bir sona mahkûm oldum). İnsanın gerçekten bir değil, iki
kişiliği olduğu kanısına varmıştım. Ben iki diyorum, çünkü bu konudaki bilgim,
bu noktadan ileri gitmeye yeterli değil. İlerde başkaları benim yürüdüğüm yolda
yürüyecek, daha başkaları aynı dava üzerinde beni geride bile bırakacaklar.
Tahminime göre, sonunda insanın birbirine benzemez, birbirini tutmaz,
birbiriyle ilgisiz şeylerin bir bileşiminden başka bir şey olmadığı görülecek.
Kendi hesabıma, yaşayış biçimime göre ben, bir yöne, yalnızca tek bir yöne
doğru, şaşmadan ilerledim. İnsanın ahlak dünyasında, doğuştan tam bir ikilik
gösterdiğini kendime bakarak öğrendim. Şuna inanıyorum ki, vicdan meydan
savaşında çarpışan bu iki yaratılıştan biri için, yanılmadan, benimdir diyebilmek
bile ancak aslında her ikisine sahip olmakla mümkündür. Daha başlangıçtan,
bilimsel araştırmalarım böyle bir mucizenin en ufak bir olanağını müjdelemeden
önce, bu iki yaratılışı birbirinden ayırmayı, güzel bir düş gibi tatlı tatlı
düşünürdüm. Kendi kendime, eğer her iki yaratılış da ayrı ayrı kişiliklere
bağlanabilseydi, dünya bütün o dayanılmaz dertlerinden kurtulurdu, diyordum.
O zaman dürüst olmayan yaratılış, kendisinden daha dürüst olan eşinin
isteklerinden ve vicdan acısından uzak, kendi bildiğini işler; dürüst olan da
güvenle, hiç şaşmadan kendi yüksek amacı peşinde gider, zevk duyduğu
iyiliklerde bulunur ve artık yabancısı olduğu o kötülük yüzünden rezil olmaz,
pişmanlığa uğramazdı. Birbiriyle uyuşmayan bu iki yaratılışın böylece bir araya
getirilmesi, birbirine tümüyle karşıt olan bu ikizlerin rahat yüzü görmeyen
vicdanda durmadan çarpışması, insanoğlunun bahtını kara etmişti. Öyleyse
bunlar birbirlerinden nasıl ayrılabilirdi?
İşte söylediğim gibi, düşüncelerimde tam bu noktaya vardığım sırada
laboratuvar deneylerim bu konuyu aydınlatır gibi oldu. İçinde dolaştığımız ve
öylesine sağlam görünen bedenin, buğu gibi geçici olduğunu, cisim olmaktan
uzak bulunduğunu, o zamana dek söylendiğinden çok daha derinden duymaya
başladım. Bu etten örtüyü, bir çadırın bezlerini savuran rüzgâr gibi sarsacak ve
koparacak güçte birtakım etkenler bulunduğunu anladım. Ancak, iki önemli
nedenle, açıklamamın bu bilimsel yönüne pek derinden girmeyeceğim: birinci
neden; yaşamın ve yazgının, omuzlarımıza sonsuza dek yüklenmiş olduğuna ve
bu yükü atmaya yeltendiğimiz zaman, hem daha değişik, hem daha korkunç bir
ağırlıkla yeniden bize döndüğüne inanmış bulunuyorum. İkincisi; anlattıklarımın
da açıkça göstereceği gibi, buluşlarımın yarım kalmış olmasıdır. Yalnızca şu
kadarını söyleyeyim ki, yalnızca doğal ve maddesel varlığımın, birtakım güçlerin
hava ve parıltısından oluşmuş ruhsal varlığımdan ayrı olduğunu anlamakla
kalmadım; öyle bir ilaç da buldum ki, bununla ruhsal varlığımın egemenliği
kalmıyor, onun yerine bir ikinci kimlik ve beden yapısı geçiyordu. Bu bana,
hemen doğadışı geldi; çünkü ruhumun kimi aşağılık duygularının damgasını
taşıyordu.
Kuramımı uygulamaya girişmeden önce, uzun uzun düşündüm. Ölüm tehlikesine
atıldığımı biliyordum; çünkü, öylesine sıkı denetim altında olan ikinci kişiliğin
kalesini yerle bir eden, güçlü bir ilaçtı bu. Böyle bir ilacın dozunda ya da
alınacağı zamanın saniyesinde yapılabilecek en ufak bir yanlışlık, değiştirmesini
beklediğim o maddesel olmayan varlığı belki de öldürürdü. Ama böylesine garip,
böylesine önemli bir buluş, bana coşku verdi; sonunda korkumu yendim. Sıvıyı
çoktan beri hazırlamış bulunuyordum. Hemen bir ecza deposundan çok miktarda
bir tür tuz aldım. Deneylerimden edindiğim bilgiye göre ilaç için kullanılacak en
son madde buydu.
Sonunda, uğursuz bir gecenin geç bir saatinde, o maddeleri birbirine kattım.
Deney tüpünün içinde kabarıp duman çıkarmasını seyrettim. Kabarması bitince
büyük bir gözüpeklikle sıvıyı içtim. Korkunç bir sancı duymaya başladım.
Kemiklerimde bir eziklik, pek kötü bir bulantı; doğum ya da ölüm saatinde bile
duyulmayan müthiş bir can korkusu duydum. Sonra bu kıvranmalar hemen
kesilmeye başladı; ağır bir hastalık atlatmış gibi kendime geldim. Duygularımda
bir gariplik, tanımı olanaksız bir yenilik ve bundan doğan sonsuz bir tatlılık
vardı; vücudumda bir gençlik, bir hafiflik ve neşe duydum. İçimde inatçı bir
kayıtsızlıkla birbiri ardından akan şehvetli düşlemler, sorumluluk bağlarını
koparan bir taşkınlık, masum olmayan ve o zamana dek bilmediğim bir
bağımsızlık duygusu duyumsamaya başladım. Yeni yaşamın daha ilk soluğunda,
kendimin daha günahkâr, on kat günahkâr, günahına köle olmuş bir insan
olduğumu anladım. O anda kafamdan geçen bu düşünce gitgide beni sardı, sanki
sarhoş etti. Yeni duygularımın verdiği büyük sevinçle ellerimi uzattım. Uzatınca
da beden olarak küçüldüğümü farkettim.
Odamda o zaman ayna filan yoktu. Şimdi yazarken yanımda duran aynayı,
yalnızca bu değişiklikleri görmek için daha sonra getirttim. Gece epey
ilerlemişti, tan yeri ağarmak üzereydi. Ev halkı derin uykudaydılar. Onun için
umut ve sevincin verdiği sıcaklıkla, şu durumumda yatak odama dek gitmeye
karar verdim. Avluyu geçtim. Burada yıldızlar, hep uyanık bakışlarıyla bana,
şimdiye dek görmedikleri bu kılıkta bir yaratığa, şaşkınlıkla bakıyorlar sandım.
Kendi evimde bir yabancı gibi koridorlardan geçtim. Odama gelince ilk kez
olarak Edward Hyde'ı boy aynasında, karşımda gördüm.
Burada yalnızca kuramlardan söz etmeyelim; bildiğimi değil en olası sandığım
şeyleri söylemeliyim. Yaratılışımın kötü yanının şimdi içinde bulunduğum
bedeni, az önce içinden sıyrıldığım iyi yanının bedenine göre daha zayıf, daha
çelimsizdi. Yaşamımın onda dokuzunun çaba, erdem ve benliği zorlamayla
geçmiş olduğu düşünülürse, bu yanım çok daha az işlemiş, çok daha az
yıpranmıştı. Edward Hyde'ın, Harry Jekyll'a göre daha ufak tefek ve daha genç
görünmesi, bundan olsa gerekti. Birinin alnında iyilik ne denli parlıyorsa
ötekinin yüzünde de kötülük o denli açık okunuyordu. Ruhtaki kötülük -hâlâ
insanın tehlikeli ve öldürücü yanı olduğunu kabul etmekte direttiğim- bedene de
çirkinlik ve kötülük damgasını vurmuştu; ama yine de, o çirkinlik simgesini
aynada görünce, hiçbir nefret duymadım; çünkü bu da bendim. Bu bana çok
doğal ve insansal göründü; ruhumun daha canlı bir kopyasıydı. O ana dek
benimdir diye alıştığım kusurlu ve oransız yüzüme göre, bunun yüzü daha
oranlıydı. Düşüncelerimde bu bakımdan kuşkusuz haklıydım. Edward Hyde
kişiliğine girince, hiç kimsenin ürperti duymadan bana yaklaşabildiğini
görmedim. Bu da, sanırım karşılaştığımız bütün insanların tümünün iyilik ve
kötülükten yoğrulmuş olmalarındandır. Bütün insanlar içinde yalnızca Edward
Hyde tümüyle kötülükten yoğrulmuştu.
Bir dakika kadar aynanın karşısında durdum. İkinci ve kesin deneyime henüz
başlamamıştım. Acaba hiçbir kurtuluş umudu olmaksızın eski kişiliğimi yitirmiş
miydim, bu nedenle de gün doğmadan, artık benim olmayan bu evi bırakıp
gitmem mi gerekiyordu? Bunu öğrenmek için, muayene odama koşarak bir tüp
ilaç daha hazırlayıp içtim. Bir kez daha öldürücü sancılara katlandım, bir kez
daha Harry Jekyll'ın ahlakı, boy bosu ve yüzüyle kendime geldim.
O gece yolum uğursuz bir açmaza girmişti. Buluşuma daha soylu bir coşkuyla
baksaydım, deneyime yüksek amaçlar ya da dinsel düşünceler uğruna
girişseydim, her şey başka türlü olacaktı; bu doğum ölüm çırpınmaları
arasından, bir iblis değil, bir melek olarak doğacaktım. İlacın iyiyi ve kötüyü
ayırma özelliği yoktu; ne tanrısaldı, ne de şeytansal... o yalnızca, benim içimdeki
eğilimleri zindanlarından kurtarıp başıboş bıraktı. Filipin tutukluları gibi, içimde
ne varsa hepsi de dışarıya fırladı. O zamanlar erdemli olan yanım, uykudaydı;
kötü yanımsa tutkuyla uyanık; bu fırsata tırnaklarını geçirdi hemen... Böylece
ortaya, Edward Hyde çıktı. Artık iki kişiliğim olduğu gibi, iki kimliğim vardı; ama
biri tümüyle kötü; ötekiyse hâlâ o eski Harry Jekyll'dı. Artık düzelmesinden
umudumu kestiğim o karşıtlıklar bütünü. Durumum işte böylece büsbütün
kötüleşmişti.
O zaman bile, tek amacı yalnızca çalışmak olan bir yaşamın yavanlığından
duyduğum nefreti henüz yenmemiştim. Ara sıra eğlenceye daldığım olurdu. Ama
eğlencelerim (en hafif deyişle) kişiliğime uygun düşmüyordu; artık hem
tanınmış, hem de bir saygınlık kazanmıştım; yaşım da epey ilerlemişti. Bu
nedenle, yaşamımdaki bu tutarsızlık beni giderek sıkmaya başlıyordu. Yeni
kazandığım gücün, beni hemen pençesine almasının ve sonunda beni yok
edecek olan sürece yol açmasının nedeni de budur. İlaç tüpünü dudaklarıma
götürür götürmez, tanınmış doktorun bedeninden sıyrılıp, Edward Hyde'a
dönüşüyordum. Böyle bir olanağım olması beni sevindiriyordu. O zamanlar, bu
olanağı kullanabilmek bana şaşırtıcı ve eğlendirici geliyordu; hazırlıklarımı
büyük bir özenle yapıyordum. Soho'da, sonradan Hyde'ın polisten kaçarak
saklandığı o evi satın aldım; dayayıp döşedim. Eve bakmak için, ağzı sıkı ama
pek de erdemli olmayan bir kadın tuttum. Öte yandan, uşaklarıma Mr. Hyde'ı
tanımlayarak, onun alandaki evime istediği gibi girip çıkabileceğini söyledim; bir
yanlışa yol açmamak için de, Hyde kişiliğimle eve gelerek kendimi onlara
tanıttım. Sonra senin o karşı koyduğun vasiyetnameyi hazırladım. Dr. Jekyll'ın
kişiliğindeyken bana bir şey olursa, yaşamımı, hiçbir parasal zararım olmaksızın
Edward Hyde'ın kişiliğinde sürdürecektim. İşi her yönden sağlama bağladıktan
sonra, durumumun getirdiği sorumsuzluktan yararlanmaya başladım.
Eski zamanlarda insanlar, cinayet işlemek istediklerinde, kendi kişilik ve
ünlerine zarar gelmemesi için adam tutarlarmış. Bu işi sırf zevk için yapanların
ilki ben oldum. Saygın bir insan olarak, yüksek konumdaki insanların evlerine
girip çıkmaya başlamıştım; sonra bir an içinde, tıpkı bir öğrenci gibi, bu
toplumsal sorumluluklardan sıyrılıp özgürlük denizine dalan ilk insan da ben
oldum. İkinci kişiliğimi kimse bilmediğinden, tam bir güvenlik içindeydim.
Düşün bir kez! Dünyada böyle bir kimse yoktu! Laboratuvar kapısından içeri
dalarak, her zaman hazır bulundurduğum ilacı karıştırıp bir yudumda içmek için,
bir iki saniye yetiyordu. Edward Hyde hangi suçu işlemiş olursa olsun, ayna
üzerindeki buğu gibi bir anda ortadan siliniveriyor; onun yerini, evinde geç
saatlere dek lamba ışığında sessiz sedasız çalışan ve kendisinden
kuşkulananlara bıyık altından gülen Harry Jekyll alıyordu.
Başka bir kişilikle peşine düştüğüm zevkler, yukarıda da söylediğim gibi çok
aşağılık türdendi. Bundan daha ağır bir sözcük kullanmak istemem. Ama bu
zevkler, Edward Hyde'ın elinde gittikçe korkunç bir durum aldı.
Bu gezintilerden dönüşümde, Hyde'ın adına yaptığım bunca alçaklık karşısında,
çoğu kez, kendim bile donakalırdım. Çağırarak kendi içimden çıkardığım, sonra
da bildiği gibi eğlensin diye başına buyruk salıverdiğim bu ruh, yaratılıştan kötü
ve alçaktı. Her davranışı, her düşüncesi bencilliğe dayanıyordu. Bir kötülükten
ötekine, hayvanca bir hırsla saldırmaktan son derece zevk alıyordu. Taş gibi
acımasızdı. Hyde'ın bu davranışları karşısında, kimi zaman Jekyll'ın tüyleri
ürperirdi; çünkü bunlar, hep toplumun cezalandırdığı yasadışı işlerdi; Jekyll,
vicdanını rahatlatmak için bu davranışları görmezden gelmek zorunda kalıyordu.
Sözün kısası: suçlu olan Hyde'dı; yalnızca Hyde. Jekyll bir zarar görmüyordu;
Hyde gidince, yeniden o erdemli ve saygın insana dönüşüyordu. Hem, yalnızca
bununla da kalmıyordu; olanak bulunca, Hyde'ın yaptığı kötülükleri onarmaya
bile kalkıyor; böylece vicdanını susturuyordu.
Amacım, göz yumduğum bu kötülüklerin ayrıntılarına girişmek değildir, çünkü
bunları yaptığıma kendim bile, hâlâ inanamıyorum. Ancak cezamın nasıl adım
adım yaklaştığını, beni önceden uyardığını göstermek istiyorum. Küçük bir
kazaya uğradım. Bir sonucu olmadığı için, burada bu kazadan yalnızca söz
etmekle yetineceğim.Bir çocuğa acımasızca davranışım, geçenlerde akraban
olarak tanıttığın, o sırada oradan geçmekte olan yolcunun bana öfkelenmesine
yol açtı. Doktor da, çocuğun ailesi de ondan yana oldular. Yaşamım tehlikeye
giriyor gibiydi. En sonunda, onların haklı öfkelerini yatıştırmak için, Edward
Hyde onları kapıya getirmek ve onlara Harry Jekyll adına bir çek vermek
zorunda kaldı; ancak, ileride böyle bir tehlike çıkmasın diye, başka bir bankada
Edward Hyde'ın adına bir hesap açılmıştı. Kendi yazımı arkaya eğerek çeki
yazıp, ikinci kişiliğimin adıyla imzalayınca, yazgının pençesinden yakamı
büsbütün sıyırdığımı sandım.
Sir Danvers cinayetinden iki ay kadar önce, bir serüven yaşamak hevesiyle
sokağa çıkmış, gece geç vakit eve dönmüştüm. Ertesi gün yatağımda bir takım
garip duygularla uyandım. Çevreme, alandaki evimin odasının yüksek pencere
ve duvarlarına, temiz eşyalarına baktım; boşuna... yatak örtülerimin desenine,
karyolamın oymalarına baktım; yine boşuna. İçimden güçlü bir ses,
bulunduğumu sandığım yerde bulunmadığımı; uyandığımı sandığım odada
uyanmadığımı; Edward Hyde olarak uyumaya alıştığım Soho'daki küçük odamda
olduğumu söylüyordu bana. Kendi kendime güldüm. Her zamanki ince eleyip sık
dokuyan yanımla, arada bir uyuklayarak, bu yanılmanın nedenlerini tembel
tembel incelemeye koyuldum. Bir süre böyle geçti. Bir aralık, uyanık olduğum
bir anda, her nasılsa elim ilişti gözüme. Sen de çoğu kez dikkat etmişsindir ya,
Harry Jekyll'ın eli biçim ve büyüklüğü bakımından mesleğine yakışan bir eldi.
Büyük, sağlam, beyaz ve biçimliydi. Ama şimdi Londra sabahının sarı ışığında
iyice gördüğüm ve yorganın altında yarı yarıya örtülü duran bu el sıska, damarlı,
boğum boğum, solgun ve çok kıllı bir eldi; Edward Hyde'ın eliydi bu.
Şaşkınlıktan donakalmış, yarım dakika bu eli seyretmiş olmalıyım. Sonra,
biribirine birdenbire vurulan çalparaların yürekte uyandırdığı dehşete benzer bir
korku uyandı içimde. Yatağımdan fırlayarak aynaya koştum. Gözlerimin
karşılaştığı görüntü karşısında kanım dondu. Evet Harry Jekyll olarak yattığım
halde, Edward Hyde olarak uyanmıştım. Bu nasıl işti? Kendime soruyordum.
Sonra ikinci bir korkuya uğradım: bu nasıl düzelecekti? Sabahın epeyce ilerlemiş
bir saatiydi. Uşaklar da uyanmıştı. Bütün ilaçlarım çalışma odamdaydı. Bu yolu
düşünmek içime dehşet salıyordu; iki merdiven inmek, arka koridoru, ön avluyu
ve ameliyat amfisini geçmek gerekiyordu. Yüzümü kapatabilirdim ama, neye
yarardı? Bedenimdeki değişikliği gizleyemedikten sonra? Sonra aklıma gelen şu
düşünceyle, içimi tatlı bir duygu kapladı; hizmetçiler, ikinci kişiliğimin bu eve
girip çıkmasına çoktan alışmışlardı. Çok geçmeden bedenime uygun gelen bir
giysiyi bulup üstüme uydurmaya çalıştım. Hemen evin içinden geçtim.
Bradshaw, böyle garip bir kılıkta bu saatte geçen Hyde'a dik dik bakarak geri
çekildi. Aradan on dakika geçmeden de Dr. Jekyll, asık bir yüzle, sözde kahvaltı
etmek üzere masasına oturuyordu.
Hiç iştahım yoktu. Bu anlaşılmaz olay, önceki deneylerimin tersine dönüşü,
Babilli Peygamberin duvardaki yazı söylencesinde olduğu gibi, yıkımımı haber
veriyordu sanki. Artık iki kişilikli varlığımın sonuçları ve olanakları üzerine,
öncekinden daha ciddi olarak düşünmeye başladım. İkinci kişiliğimin bedeni,
son zamanlarda hem çok enerji harcamış, hem de gürbüzleşmişti. Edward
Hyde'ın artık bedence irileştiğini, - o bedene her girdiğimde kanımın
damarlarımda nasıl daha coşkun aktığını duyumsarsam, işte öyle- anlıyordum.
Bir tehlike sezmeye başladım: bunu sürdürecek olursam, belki doğal dengem
sonsuza dek bozulacak, kendi isteğimle elde ettiğim değişim gücü yok olacak ve
kişiliğim, tümüyle Hyde'ın özyapısını kazanacaktı. İlacın etkisi her zaman aynı
olmuyordu. Bir kezinde, bu işe yeni başladığım sıralarda, hiç başarılı
olamamıştım. O zamandan beri birkaç kez bu bileşimi iki katına ve bir kez de
kesin ölüm tehlikesine karşın, üç katına çıkarmak zorunda kalmıştım. Şimdiye
dek keyfimi yalnızca, arada bir gelen bu kuşkular kaçırmıştı. Şimdiyse o sabahki
olaydan dolayı gördüm ki eskiden Jekyll'ın bedeninden sıyrılmak güç olurken,
şimdi güçlük yavaş yavaş, ama kesinlikle işlemin tersinde ortaya çıkıyordu. Her
şey şunu gösteriyordu: artık o eski iyi kişiliğimi yitirmekte, ikinci ve kötü
kişiliğime hapsolmaktaydım.
Şimdi bu ikisinden birini seçmek zorunda olduğumu anlamıştım. İki kişiliğimin
bellekleri ortaktı, ama öteki alışkılarım ve becerilerim, iki ayrı kişiliğin arasında,
eşit olmayan biçimde paylaşılmıştı. Jekyll, kimi zaman en duygulu bir
çekingenlikle, kimi zaman da en tutkulu bir zevkle, karmaşık bir yaratık olan
Hyde'ın yaptıklarına ve eğlencelerine hem ön ayak, hem de ortak oluyordu. Ama
Hyde, Jekyll'a karşı ilgisizdi, ya da onu, izlenen bir eşkıyanın, gizlenmek için
saklandığı mağarayı anımsadığı gibi anımsıyordu. Jekyll bir babadan daha
sevecen; Hyde ise bir çocuktan daha kayıtsızdı. Yalnızca Jekyll'ın kişiliğinde
kalacak olursam, uzun süredir gizli gizli doyurduğum, son zamanlarda da
çığrından çıkardığım çılgınca isteklerimden yoksun kalacaktım. Hyde'ın
kişiliğinde kalırsam, binbir ilgi ve ülkümden, dostlarımın sevgisinden yoksun
olacaktım. Pazarlık denk gelmiyordu, ama kefelerdeki yorumlar farklı farklıydı;
çünkü Jekyll, isteklerini doyurma cehenneminde acıyla kıvranacak; oysa
Hyde'ın, neleri yitirdiğinden haberi bile olmayacaktı. Başıma gelenler çok
garipti; ama bu güç sorunun çözüm yolları, insanlık tarihi boyunca tartışılıp
durmuştur. Bu kışkırtıcı düşünceler, bu kaygılar, baştan çıktığı için tir tir
titreyen her günahkârın bildiği şeylerdir. Birçok insanın başına gelen, şimdi de
benim başıma geldi: iyi kişiliğimin yanını tutmak istedim, ama ona bağlı kalma
gücünü gösteremedim.
Evet, yüksek umutları, ülküleri, çevresinde dostları olan ama ılımlı yaşamından
hoşnut olmayan yaşlı doktoru seçtim; Hyde'ın bedeninde doyamadığım gizli
zevklere, özgürlüğe, gençliğe, hovardalığa, deli gönüle kesin olarak veda ettim.
Ama sanırım, bu seçimi bilinçsiz bir çekinmeyle yapmıştım. Çünkü buna karar
verirken, ne Soho'daki evimden vazgeçmiş, ne de hâlâ çalışma odamda hazır
duran Edward Hyde'ın giysilerini yok etmiştim. İki ay kadar kararıma bağlı
kaldım. İki ay kadar, ömrümde olmadığı denli ılımlı yaşadım; doygun bir
vicdanın rahatlığını tattım. Ama, zamanla, korkum azalmaya başladı. Vicdanımın
övgüleri doğal görünür oldu. Özgürlük için çırpınan Hyde gibi, ben de acıyla,
derin isteklerle kıvranmaya başladım; en sonunda, istencimin zayıf bir saatine
çatınca, o dönüştürücü ilacı yeniden yaptım ve içtim.
Hiç sanmam ki bir sarhoş, yaptığı kötülüğü düşünürken, bunu bedensel
duygusuzluğu nedeniyle yaptığını düşünsün; şarhoş gibi, ben de -durumumu
uzun uzun düşünmeme karşın- içsel bir hazırlığın, kötülük etme susuzluğunun
Hyde'ın başlıca özelliği durumuna geldiğini pek anlayamamıştım. Bunun cezasını
da, daha sonra çektim. İçimdeki iblis uzun zaman kafeste tıkılı kalmıştı; sonra
kükreyerek dışarı fırladı. İlacı içerken bile, kötülüğe karşı içimde daha küstah,
daha şiddetli bir eğilim duydum. Öldürdüğüm talihsiz adamın ince sözlerini
içimdeki o sabırsızlık fırtınasıyla dinleyişim, sanırım işte bundandı. Tanrım da
tanık olsun ki dengeli olmaksızın, bir insan böylesine boş bir nedenle böyle bir
cinayet işleyemez. Vururken, oyuncağını kıran hasta bir çocuk kadar
düşüncesizdim. Ama ben, kendimi, en kötülerimizi bile kötülüklerden bir oranda
kurtaran bütün hayırlı içgüdülerden bile bile sıyırmıştım; onun için en küçük bir
tutku bile duydum mu, yok oldum demekti.
İçimdeki o uğursuz ruh birdenbire uyandı ve saldırmaya başladım. Dayanıksız
vücuda, taşkın bir neşeyle ve her vuruştan zevk duyarak vurdum. Ancak
yorulmaya başladığım zaman, çılgınlığımın en hummalı bir anında, içimi
birdenbire müthiş bir korku kapladı. Sis dağıldı. Yaşamımın bitmekte olduğunu
gördüm. Bu çılgınlık sahnesinden, hem koltuklarım kabara kabara, hem korka
korka kaçtım; kötülük yapmaktan duyduğum hırsı kışkırtıp doyurmuş, yaşama
olan bağlılığımı son derece yükseltmiştim. Soho'daki eve koştum. Tümüyle emin
olmak için de, belgelerimi yaktım. Sonra sevinçle, yeniden fenerlerin aydınlattığı
sokaklara düştüm. Hem işlediğim cinayetten mutluluk duyuyor, ilerde
işleyeceklerimi tasasız tasasız kafamdan geçiriyor; hem de arkamdan öc alıcının
beni izleyip izlemediğine kulak kabartarak, hızlı hızlı yürüyordum. Hyde ilacı
karıştırırken bir türkü söylüyor, karıştırdıktan sonra da ölenin sağlığına içiyordu.
Dönüşme sancıları daha bitmeden Harry Jekyll, seller gibi akan minnet ve
pişmanlık gözyaşları içinde yere diz çöküyor ve kenetlenmiş ellerini Tanrıya
kaldırıyordu. Sonra, yalnızca zevkimi düşünmenin gözlerime çektiği perde
baştan başa yırtıldı ve yaşamımı bütün olarak gördüm. Ta babamın elinden
tuturak yürüdüğüm çocukluk günlerimden başlayarak meslek yaşamımın yorucu
didinmelerini gözümün önüne getirdim. Yaptığıma bir türlü inanamayarak,
durup durup o geceki müthiş olaylara geliyordum. Avazım çıktığı kadar
haykırmak istiyordum. Anılarımın önüme yığdığı korkunç hayal ve ses
kalabalığını gözyaşlarımla, yakarılarla savmaya uğraşıyordum. Yakarılarımın
arasında günahım, o uğursuzun yüzünden, ruhumun ta derinliğine, hâlâ dik dik
bakıyordu. Sonra, bu vicdan acısı gitgide yeğinliğini azalttı ve onun yerini bir
sevinç kapladı. Tuttuğum yolun düğümü artık çözülmüştü. Bundan sonra
Hyde'ın var olması olanaksızdı. İster istemez varlığımın iyi yanına
bağlanacaktım. Ah!.. Bunu düşünmek bile beni ne sevindirmişti, bilsen... Olağan
bir yaşamın sorumluluk ve koşullarına, yeniden, nasıl da candan ve gönülden
sarıldım! Sık sık girip çıktığım kapıyı ne içten bir vazgeçişle kilitledim ve
anahtarını nasıl ayaklarımın altında çiğnedim!..
Ertesi gün, katilin arandığı, Hyde'ın suçlu olduğunun dünyaya yayıldığı, ölenin
yüksek bir toplumsal konum sahibi olduğu haberi geldi. Bu yalnızca bir cinayet
değil, aynı zamanda korkunç bir çılgınlık olmuştu. Bunu duyunca, sanırım
sevindim; içimdeki iyi duygularımın böyle idam sehpasının korkusuyla
sarsılmasından ve güçlenmesinden, belki de sevindim. Şimdi Jekyll benim
sığınağım olmuştu. Hyde, hele bir görünsün, herkesin eli, onu yakalamak ve
öldürmek için kalkacaktı.
Bundan sonraki davranışlarımla geçmişimi temizlemeye karar verdim. İçtenlikle
söylemek isterim ki, kararım az çok iyi sonuç verdi. Geçen yılın son aylarında,
hastalara şifa vermek için nasıl da candan çalıştığımı sen de bilirsin. Başkaları
uğruna nasıl özveriyle çalıştığımı, günlerimin erinçli ve kendime göre, nasıl
mutlu geçtiğini de... Bu iyicil ve masum yaşamdan bıktım dersem doğruyu
söylememiş olurum. Tersine, her günümden gitgide daha çok zevk alıyordum.
Ama hâlâ isteklerimdeki ikiliğin pençesinden kurtulamıyordum. İlk pişmanlık
etkisini yitirince, uzun süre şımartılmış ve son zamanlarda zincire vurulmuş olan
alçak yanım, özgürlük diye homurdanmaya başladı. Hyde'ı yeniden diriltmeyi
aklımdan bile geçirmiyordum. Bunu düşünmek bile beni çıldırtacak denli
ürkütüyordu. Hayır... Vicdanımla eğlenmek hevesi bir kez daha kendi içimden
geldi. En sonunda, durmadan saldıran kötülüklere sıradan ve gizli bir günahkâr
gibi yenildim.
Her şeyin bir sınırı vardır; sonunda, en büyük kaplar bile dolar. Kötülüğe karşı
gösterdiğim bu küçük hoşgörü, ruhumun dengesini, kesin olarak altüst etti. Ama
yine de korkmuyordum. Bu düşüş, bana buluşumu yapmadan önceki günlerime
dönüş kadar doğal geldi. Ocak ayı içinde, güzel ve açık bir gündü. Gökyüzü
bulutsuzdu, ayakların bastığı yerde kırağı eriyor, yerler ıslanıyordu. Regent Park
kuş sesleriyle, tatlı bahar kokularıyla dolmuştu. Güneşli bir sıraya oturdum.
İçimdeki hayvan, belleğimi deşiyordu. Ruhsal yanım daha eyleme geçmemişti;
gelecekte daha uslu, daha olgun olmaya söz vermişçesine, biraz uyukluyordu.
Eh, şöyle bir düşündüm: çevremdeki insanlardan kalır yerim neydi? Sonra
güldüm ve kendimi başkalarıyla karşılaştırdım. Çalışkan iyi niyetimi, onların
uyuşuk ve kötü tembellikleriyle kıyasladım: tam kafamdan bu kendini beğenmiş
düşünce geçerken, kendimi birdenbire öyle kötü duyumsadım, öyle ürkütücü bir
sinir bunalımı yaşadım ki, soluğum tıkandı. Tir tir titriyordum. Sonra hepsi geçti;
ama bitkin düştüm. Bitkinliğim geçince, düşüncelerimin yönünde bir değişiklik
olduğunun ayrımına vardım; daha gözüpek, tehlikeye dudak büken, hiçbir bağ
ve koşul tanımayan bir değişiklik... Şöyle aşağıya baktım: giysilerim küçülmüş,
bedenimden sarkıyordu. Dizimde duran elim kıllı kıllı, boğum boğumdu. Bir kez
daha Edward Hyde olmuştum. Bir dakika önce seçkin, zengin, herkesin
saygısından emin bir adamdım. Yemek salonunda hazır sofram beni bekliyordu.
Ama şimdi, bütün insanlığın peşine düştüğü bir av olmuştum. Evsiz barksızdım
ve idam hükmü giymiş ünlü bir katildim.
Kafam allak bullak oldu. Yine de kendimi tümüyle yitirmedim. İkinci kişiliğin
altında yetilerimin daha çok keskinleştiğini, daha canlı bir insan olduğumu
önceden de birçok kez fark etmiştim. İşte böyle, olasılıkla Jekyll'ın şaşırıp
kalacağı yerde, Hyde gereken kararlılığı gösterdi. İlaçlarım, çalışma odamdaki
çekmecelerden birindeydi. Onları nasıl elde edebilirdim? Şakaklarım avuçlarımın
içinde, bu sorunu düşünüyordum. Laboratuvar kapısını kapatmıştım. Evden
girecek olsam, kendi hizmetçilerim beni darağacına teslim ederlerdi. Başka bir
araç düşündüm; Lanyon aklıma geldi. Onu nasıl bulmalıydım; nasıl
kandırmalıydım? Haydi diyelim ki sokakta yakayı ele vermekten kurtuldum, ya
onun evine nasıl girecektim? Sevimsiz ve tanınmayan bir ziyaretçi olarak bu
ünlü doktoru, meslektaşı olan Dr. Jekyll'ın çalışma odasını soymaya nasıl
kandıracaktım? O zaman ilk kişiliğimden bana kalan tek özelliğimi anımsadım: el
yazımı unutmamıştım. Bu parlak düşünceyi bir kez bulduktan sonra, izleyeceğim
yol artık baştan başa aydınlanmıştı.
Bunun üzerine elimden geldiğince kendime çekidüzen verdim. Geçmekte olan
bir faytona seslenerek Portland Sokağı'nda adını nasılsa anımsadığım bir otele
çekmesini söyledim. Üzerimdeki giysiler acınası bir yazgıyı gizlemelerine karşın,
sanırım epeyce tuhaf görünüyor olmalıydı ki, arabacı beni daha görür görmez
gülmekten kendini alamadı.
Ona iblisçe bir öfkeyle dişlerimi gıcırdattım. Onun adına çok şükür, ama benim
için de bin şükür ki sırıtması siliniverdi; biraz daha gülseydi, onu oturduğu o
arabacı yerinden bir anda deviriverecektim. Otele girerken çevreme öyle kötü
kötü baktım ki, korkunç görünüşüm, hizmetçilerin tüylerini diken diken etti.
Önümde birbirleriyle bakışamadılar bile; kuzu gibi ne dedimse yaptılar. Beni
özel bir odaya aldılar, yazmak için de kâğıt kalem getirdiler. Ölüm tehlikesi
geçiren Hyde, bana yepyeni bir yaratık gibi göründü; aşırı bir öfkeyle
sarsılıyordu; elinden bir cinayet çıkacak denli sinirleri gerilmişti, işkence etmeye
can atıyordu. Ama yine de kendini yönetmesini bilen bir yaratıktı; büyük bir
istenç gücüyle öfkesini yendi ve biri Lanyon'a, öteki de Poole'a olmak üzere iki
önemli mektup yazdı. Gönderilmesini güvenceye almak için, mektupların
postaya taahhütlü olarak verilmesini istedi.
Ondan sonra bütün gününü bu özel odadaki ocağın başında, tırnaklarını
kemirerek geçirdi, yemeğini orada yedi. Kaygılarıyla başbaşaydı. Karşısındaki
garson korkusundan titriyordu. Sonra, karanlık basınca kapalı bir kupa
arabasının bir köşesine büzülerek kent sokaklarında bir aşağı bir yukarı dolaştı.
Ondan "o" diye söz ediyorum, "ben" diyemiyorum. O cehenemlik yaratığın insan
denecek bir yanı yoktu çünkü. Onda kin ve nefretten başka hiçbir şey
yaşamıyordu. En sonunda arabacının kuşkulanmaya başladığını anlayınca
arabadan indi. Vücuduna hiç oturmayan giysisiyle yaya yürümeyi göze aldı.
Öteki gece yolcuları arasında görülecek bir şeydi. O iki alçak tutku, ruhunda bir
fırtına koparıyordu. Hızlı hızlı yürüdü. Korku ve heyecan içinde kendi kendine
söyleniyordu. Issız yollara saparak saklanıyor, gece yarısına kaç dakika
kaldığını hesaplıyordu. Bir kezinde kendisine bir kadın yaklaştı; bir kutu kibrit
satmak istedi. Ama yüzüne okkalı bir tokat yiyince kaçmak zorunda kaldı.
Lanyon'ın evinde kendime geldiğimde, eski dostumun dehşeti, beni sanırım
biraz etkiledi; ama bundan emin değilim. Belki de geçirdiğim o saatleri bir kez
daha düşünürken duyduğum nefretin yanında bu etki, enginlerde bir damla su
gibi kalıyordu. Bana bir değişiklik gelmişti. Artık darağacından korkmuyordum.
Artık bana işkence eden şey, Hyde kalmak korkusuydu. Lanyon'ın suçlamasını
düşteymiş gibi dinledim. Yine düşteymişim gibi evime geldim, yatağıma yattım.
Yirmi dört saat uyanmamacasına derin derin uyudum; hem öyle ki, uykumu
dehşet verici karabasanlar bile bölemedi. Ertesi sabah bitkin, güçsüz, sarsılmış,
ama dinlenmiş bir durumda uyandım. Hâlâ içimde uyuyan hayvanı düşünüyor,
ondan korkuyor ve nefret ediyordum. Bir gün önce atlattığım o korkunç tehlikeyi
de unutmamıştım. Bununla birlikte, bir kez daha kendi evimde ve ilaçlarımın
başında bulunuyordum. Bu kurtuluştan duyduğum hoşnutluk, umudun verdiği
ışık kadar aydınlıktı.
Kahvaltıdan sonra, avluda geziniyordum. Serin havayı zevkle ciğerlerime
çekerken, birdenbire üstüme o değişikliğin habercisi olan tanımlanamaz duygu
geldi. Kendimi çalışma odama henüz atmıştım ki, bir kez daha Hyde'ın
tutkularıyla yanmaya başladım. Bu kez, kendime gelmek için ilaçtan iki doz
birden almak gerekti. Ama boşuna! Altı saat sonra ocak başında üzgün üzgün
otururken sancılar yeniden başladı; yeniden ilaç içmek gerekti.
Sözün kısası, o günden sonra artık ancak beden eğitimi yapanlara özgü büyük
bir çabayla ve yalnızca ilacın ani etkisiyle Jekyll'ın kimliğine girebiliyordum.
Gece ya da gündüz, ne zaman olursa olsun, dönüşümün olacağını önceden haber
veren o titremelere yakalanıyordum. Daha kötüsü, uyuyacak ya da koltuğumda
şöyle bir dalacak olsam, kesinlikle Hyde olarak uyanıyordum. Artık yıkımımın bu
sürekli tehdidi altında, hiçbir insanın dayanamayacağı uykusuzluk sürecinde
duyduğum bunalımla, ruh ve bedence bitmiş bir insana döndüm; aklımda bir tek
düşünce vardı: öteki kişiliğimin verdiği dehşet. Ama, ne zaman uyusam ya da ne
zaman ilacın etkisi sona erse, hemen hiç dönüştüğümü duyumsamadan (çünkü
dönüşme sancıları gün geçtikçe azalıyordu) korkunç düşlemlere dalıyordum;
ruhum nedensiz nefretlerle kaynamaya başlıyordu; bedenim, içimde oluşan bu
yaşam enerjisine göğüs geremeyecek kadar zayıflıyordu. Güçlü bir vücudun
bana sahip çıktığını duyumsuyordum. Anlaşılan, Jekyll güçten düştükçe, Hyde'ın
gücü artıyordu. Ve şimdi onları birbirinden tümüyle ayıran nefretin, her iki
kişiliğimde de eşit olduğu kesindi. Jekyll için bu, yaşamla ilgili bir içgüdü
sorunuydu. Artık kimi bilinçli davranışlarını kendisiyle paylaştığı ve ölümü
onunla ortaklaşa hak ettiği o yaratığın ne olduğunu anlamıştı. Duyduğu acının
en güçlü yanını oluşturan bu ortak bağın dışında, bütün canlılığına karşın, Hyde'ı
yalnızca kötü bir yaratık olarak değil, aynı zamanda organik olmayan bir varlık
olarak da görüyordu. İşte onu sarsan bu düşünceydi. Sanki çamurdan sesler,
çığlıklar geliyordu. Sanki biçimi belirsiz toprak, devinmeye başlıyor ve suç
işliyordu. Sanki ölü olan o şey, yaşamı zorla ele geçiriyordu. Üstelik bu
başkaldıran nefret, ona, bir kadının kocasına, bir gözün öteki göze olan
yakınlığından daha yakındı. Onun bedenine kapanıp hapsedilmişti de
homurdandığını duyuyordu. Zayıfladığını, hele uyuduğunu sezdi mi, ona karşı
ayaklanıyor ve onu yere çarpıyordu. Hyde'ın Jekyll'a olan nefreti bir başka
türlüydü. Darağacından duyduğu korku, onu sık sık canına kıyma girişimlerine
sürüklüyor ve bir kişilik olacak yerde, onu bu yaşamda ikinci derecede kalmak
zorunda bırakıyordu. Ama o bu zorunluluktan, Jekyll'ın şimdi düşmüş olduğu
umutsuzluktan iğreniyordu. Kendisine karşı beslenen nefrete diş biliyordu. Onun
için bana durmadan bu maymunca oyunları oynuyor; bu yüzden kitabımın
sayfalarına kendi el yazımla gelişigüzel sövgüler karalıyor, mektuplarımı
yakıyor, babamın resmini yırtıyordu. Şurası kesin ki, ölümden korkmasa, sırf
beni de kendisiyle birlikte yok etmek için, çoktan canına kıyardı; ama, yaşamına
karşı duyduğu sevgi görülmemiş bir şeydi. Dahası, diyeceğim ki; onu yalnızca
anarken bile kanı donan, hasta olan ben, bu bağlılıktaki tutkuyu ve bayağılığı
düşündükçe ve canıma kıyıp onu kendimden uzaklaştırabilecek olan gücümden
dolayı nasıl titrediğini anımsadıkça, sanki içimden ona acıdığımı duyuyordum.
Bu sözleri uzatmanın anlamı yok. Aslına bakılırsa, buna zamanım da yok.
Dünyada hiç kimse bunca acıya katlanmış değildir. Bunu söylemek yeter. Bu
acılara ruhumda bir alışkanlık; -avuntu değil ama- bir tür duyarsızlık oluştu; bu
nedenle, umutsuzluğa boyun eğdim. Çektiğim ceza, şimdi başıma gelen ve beni
asıl kişiliğimden ve yaratılışımdan büsbütün ayıran bu yıkım olmasaydı, belki
yıllarca sürüp gidecekti.
İlk deney tarihinden beri, bir daha satın almadığım toz yedeğim tükenmeye
başlıyordu. Yeniden sipariş verdim. İlacı yaptım. Kaynama başladı; ilk rengini
değiştirdi, ama ikinci rengini bulamadı. İçtim, yararı olmadı. Poole'dan
öğreneceksin ya; bu tozdan bulmak için Londra'yı nasıl da alt üst ettim! Ne
yaptımsa, boşuna! Şimdi ilk tozun saf olmadığı kanısına varıyorum; ilacı etkili
kılan, tozun saf olmayışıymış.
Aradan bir hafta geçti. Yazımı son kalan eski tozların verdiği çabayla bitirmek
üzereyim. Yani, bir mucize olmazsa, bu, Harry Jekyll'ın kendi düşünceleriyle son
düşünüşü; -hem ne acıklı bir dönüşümle değişen- kendi yüzünü aynada son kez
görüşüdür. Yazımı bitirmekte de gecikmemeliyim. Öyküm, şimdiye dek yok
olmaktan kurtulmuşsa, bunun nedeni, hem önlemli davranmam, hem de
olağanüstü şansımdır. Bunları yazarken dönüşme sancıları başlayacak olursa,
Hyde yazdıklarımı paramparça eder; ama kâğıtlarımı bir yere sakladıktan sonra
bir süre geçerse, onun o görülmemiş bencilliği, yalnızca içinde bulunduğu anı
düşünme kaygısı, öykümü onun öfkesinden kurtaracaktır. Hem, aslına bakılırsa,
yaklaşmakta olan sonumuz onu şimdiden değiştirdi ve ezdi bile. Yarım saat
sonra bir kez daha ve sonsuza dek o iğrenç kişiliğe girdiğim zaman, koltuğuma
oturup, hıçkıra hıçkıra nasıl ağlayacağımı kestirebiliyorum. Olağanüstü korku ve
heyecan içinde nasıl kulak kesileceğimi -dünyada son sığınağım olan- bu odada
bir aşağı bir yukarı durmadan nasıl dolaşacağımı ve tehlike gibi gelen her sese
nasıl kulak kabartacağımı şimdiden biliyorum. Hyde acaba idam sehpasında mı
can verecek? Yoksa, son dakikada kendi kendisini kurtarmak gözüpekliğini
gösterebilecek mi? Tanrı bilir bunu. Ben aldırmıyorum. Benim asıl ölüm saatim
bu. Bundan sonrası benden başkasını ilgilendirir. Öyleyse işte burada kalemimi
bıraktığım ve yazımı zarfa kapadığım bu anda, zavallı Harry Jekyll'ın yaşamına
son veriyorum....
Dr. Jekyll Ve Mr. Hyde ( R.L.STEVENSON )
Author: typhoon_92 / Etiketler: BİLİMKURGU-FANTASTİK-KORKU KİTAPLARI
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder